Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Yüzleşiyorum > Terör, güçlülerin silahıdır
Yüzleşiyorum
Terör, güçlülerin silahıdır
Mustafa Özel
NEW YORK, Londra, İstanbul veya Kahire. Artık her yerde bomba var. Bir avuç terörist yeryüzünü kana buluyor. Kim bunlar ve ne yapmak istiyorlar? Akademi ve medya dünyasının saygın isimlerine sorarsanız, tatmin olmamış az sayıda psikopat kişilerdir bunlar ve intikam hırsıyla hareket etmektedirler. Niyetleri, dünyayı masum insanlar için yaşanmaz hale getirmektir. Üsame bin Ladin’in şahsında somutlaşan küresel terör, Yeni Dünya Düzeni’nin önündeki en büyük engeldir!
Yeni bir ‘Oryantalist’ söylemdir bu. Edward Said, Oryantalizmin sadece akademik bir disiplin değil, Avrupa çıkarlarıyla örtüşen ideolojik bir söylem olduğunu açığa çıkarmıştı. İdeolojik söylem, temel bir karşıtlık üzerine kurulur: Burjuva-Proleter, sömüren-sömürülen, kuzeyli-güneyli gibi. Oryantalist söylemde karşıt olanlar ya büyük toplumsal varlıklardır (Türkler/Avrupalılar, Safeviler/Osmanlılar, Almanlar/Fransızlar…) veya dinî/siyasî ideolojiler: İslam/Hristiyanlık, Sünnilik/Şiilik, Modernlik/Gelenekçilik, Liberalizm/Sosyalizm.
İki yıl önce İstanbul peş peşe patlamalarla kana bulandığında, gerek Anlayış’ta, gerek NPQ ve Yeni Şafak’ta yazdığım yazılarda bu yeni söylemi deşifre etmeye çalıştım. Temel görüşüm şuydu: Soğuk Savaş’ın sonu bizi tarihin sonuna değil, Liberal-Komünist karşıtlığın anlamsızlaşmasına getirdi. Yeni karşıtlık hangi temel üzerine oturtulacaktır? Küresel Terörizm, birkaç öfkeli Müslüman gencin kapitalist Batı’ya kafa tutması değil, müstakbel dünya düzeninin ‘ideolojik’ dingil çivisidir. Ve 2000’lere doğru fiilen gerçekleşmeden önce, uzun bir teorik hazırlık devresi geçirmiştir.
Yirminci yüzyılın en önemli ‘realist’ uluslararası ilişkiler kuramcısı E. H. Carr’a göre, siyasî düşünce bir siyasî eylem biçimidir. Hiçbir siyaset teorisi sadece var olanla (what is) uğraşmaz, olması gerekeni (what ought to be) gösterir. Son birkaç yılın terörizm söylemini de sadece Bush ve yeni-muhafazakâr elite hamletmek yanlıştır. Ancak medyatik bir kafa ABD gibi devasa bir sosyo-politik varlığın hesaplarının 11 Eylül 2001’den sonra değiştiğini düşünebilir.
 
Terörizmin Teorik Kuluçka Devresi
On beş yıl kadar geriye gidelim. Terörizm uzmanlarının pîri kabul edilen Brian Jenkins, 1990’ların sonlarına kadar terörizmin ikiye katlanabileceğini “öngörüyordu”. (Slater and Stohl (ed.): Current Perspectives on International Terrorism, 1988.) Bu öngörüyü izleyen dört yıl içinde ABD’de bir tek terörizm vakası olmamasına rağmen, Amerikan kütüphaneleri terörizm fasıl başlığı altında 1322, terörist başlığı altındaysa 121 kitabı katalogladılar (OCLC WorldCat Database). Vaka olarak, istatistiksel olarak, neredeyse gayri mevcut olan bir konu üzerinde bütün bir kitap ve üniversite sanayiini harekete geçirmek ancak büyük bir örgütün marifeti olabilirdi. Unutmayalım ki, ortada hiçbir terör vakası olmadığı halde, Reagan yönetimi de terörizmi en büyük uluslararası sorun sayıyordu. 1980-85 arası altı yılda ABD’de terörden ölenlerin sayısı 17, olağan cinayetlerden ölenlerin sayısı ise 150.000’in üzerindeydi. Birinin yıllık ortalaması üç, diğerinin 25 bin. Bu şartlar altında, terörizm geleceğe atılan bir kement idi. ABD, Soğuk Savaş sonrasının ideolojik söylemini hazırlıyordu. Bu süreçte Reagan, Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush birer basamaktılar sadece.
1990’ların ortalarından itibaren, akademik söylem düzeyindeki terörizm ete kemiğe bürünmeye başladı. 1993’te Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması ilk önemli işaretti. Bu süreçte çoğunlukla Müslüman Arap figürlerin ‘kullanılmış’ olması da tesadüfi değildir. Şeyh Ömer ve benzerleri CIA vasıtasıyla ABD’ye getirilmiş ve orada kendilerine çalışma alanı açılmıştır. (Bunlar komplo teorisi değil, sayısız tarafsız gözlemcinin ifade ettiği gerçeklerdir. Araplar elbette ABD’de ‘Müslümanca’ işler yapmakta olduklarını düşünüyor olabilirler. Ama CIA’nin ve Amerikan devletinin hesabı, Arap teröristlere kendi evinde yer açmaya dayanıyordu. Aksi halde, söylem düzeyindeki öngörüler havada kalacaktı!)
Hülasa, Küresel Terör, küresel bir projedir. Dinlerle veya medeniyetlerle doğrudan ilişkisi yoktur. İslamiyet’in ne teori ne de pratiğinden terör üretmek mümkün değildir. Amerikan kurmaylarının terör listesine aldıkları örgütlerin el-Kaide dışında kalanları küresel değil, ulusal düzeydeki oluşumlardır. Hamas Filistin’de, Hizbullah Lübnan’da, Ceyş-i Muhammedi Keşmir’de bir tür ‘Kuva-yı Milliye’ hareketleridir. Yurtlarını işgal kuvvetlerine karşı savunmaktadırlar. Siyasî ideolojilerini veya kullandıkları yöntemleri beğenelim beğenmeyelim, işin esası budur. Bunlar olsa olsa ETA veya IRA gibi ‘yasadışı’ örgütlere benzetilebilirler.
Yukarıda saydığım beş örgüt de el-Kaide’den farklıdır. Üsame’nin ve el-Kaide’nin yükselişi, ulus-içi direniş hareketlerinin (haydi ulusal terörizmlerin diyelim) sonuna işarettir. İspanyol basını Bask Milliyetçi Partisi’nin ‘yasal’ başkanına ‘Taliban’ diyor. Ulusal terör imkânsız (anlamsız) ise, ulusal düzeydeki terörler artık küresel teröre atıfla anlaşılır kılınıyorsa, ulusal devletlerin meşruluğu da küresel terör karşısındaki tavırlarının bir fonksiyonu olacaktır artık. Ya küresel teröristlerin safındasınız, ya küresel imparatorluğun. Başka tercihiniz yoktur!
Küresel terör söylemini Bernard Lewis gibi tarihçi ve Huntington gibi siyaset bilimciler vasıtasıyla din/medeniyet alanına çekmek İmparatorluk stratejisinin mide bulandıran bir parçasıdır. Osmanlılar, Cemil Meriç’in muhteşem ifadesiyle, tarih sahnesinden “şiirsiz ve şikâyetsiz” çekildiler. Amerikalılar düşüşün acısını dünyayı kana bulamakla mı çıkarmak istiyorlar? Terörist diye ortaya sürdükleri ve gereği gibi kullandıkları insanların herhangi bir din veya medeniyeti “temsil” durumları yoktur.
Büyük terör, büyük gücün eseridir. El-Kaide ile Amerikan yönetimi arasında 1980’lerin başlarına kadar geri giden ilişkiler, ABD’nin bu örgütü Afganistan’da Ruslara karşı desteklemesi; Soğuk Savaş sonrasında dünya ham madde yollarını kesme arayışı içindeki ABD’nin Orta Asya ve Orta Doğu arasındaki bölgeyi sıkı denetim altında tutmak istemesi, bunun için Afganistan ile Irak’ı iki dayanak noktası olarak seçmesi; bugün de bu örgütle ciddi ilişkiler içinde olabileceğine delalettir. El-Kaide hem Amerikan operasyonlarına iç ve dış meşruiyet sağlamakta, hem de (gizli bir ilişki söz konusu ise) Amerikan çıkarlarına hizmet edecek eylemlere girişmektedir.
 
Yeni Bir Vatandaşlık Projesi
Şurası açık: Küresel terörün maşası Müslümanlardır. Bugün Arap veya Pakistanlı, Yarın Türk veya İranlı. Sebebi son derece basit: Küresel terörün birinci hedefi, Müslümanları müstakbel dünya devletinin ‘zararsız’ vatandaşları haline getirmektir. Meselenin anlaşılması için, mevcut vatandaşlık anlayışını biraz irdelememizde yarar vardır.
Vatandaşlık bilek gücüyle kazanılmış bir hak mıdır, daha ileri hakları engellemek için yukarıdan bağışlanan bir statü mü? Michael Mann’e göre, iki yönlü bir stratejidir vatandaşlık: Hem sınıf mücadelesini zararsız hâle getirme arayışı, hem de kapitalizmin doğurduğu sınıfsal eşitsizliklerle sürekli savaş. Sivil vatandaşlık 18. yüzyıl Avrupası’nda ortaya çıktı: Kişinin hürriyeti, konuşma, düşünme ve inanma özgürlüğü, mülk sahibi olma ve geçerli sözleşmeler yapabilme hakkı. Siyasî vatandaşlık 19. yüzyılda ortaya çıktı: Siyasî otoriteye sahip organın bir üyesi veya böyle bir organın üyelerinin seçicisi sıfatıyla, siyasî gücün uygulanmasına katılma hakkı. Üçüncü aşama olan sosyal vatandaşlık 20. yüzyıl boyunca gelişti: Refah Devleti ve sosyal demokrasi.
İngiltere ve ABD’de liberalizmin yükselişi sivil ve siyasî vatandaşlığı kuvvetlendirdi. Siyasî haklar kadar, can, mülk, konuşma, toplanma ve basın özgürlüğü üzerindeki kanun yönetimi genişletildi. Fakat sosyal vatandaşlık müphem kaldı. Geçinme herkesin sahip olduğu bir hak değildi; piyasa kuvvetleri ile özel ve kamu yardımlarının bir araya getirilmesinin sonucuydu. Bu strateji ‘tehlikeli’ işçi sınıfıyla başa çıkabilir miydi? İki ana örnek (ABD ve İngiltere) farklı farklı başa çıktılar.
ABD’de işçiler mükemmel bir programla liberal rejim tarafından emildiler. İşçi kesiminin siyasî talepleri federal siyasî yapı ve rekabetçi parti sistemi içindebir çıkar grubu olarak tedricen dile getirilebilir oldu. Eğer işçiler etkin pazarlık güçlerine sahip olmasalardı, bu liberal rejimin dışında kalır ve sosyalizm, anarşizm gibi ideolojiler tarafından ayartılırlardı. Liberalizm bu bakımdan ileri bir sanayi toplumunun ilk yaşayabilir rejim stratejisiydi. Hâlâ ABD’de egemen konumdadır ve aynı zamanda İsviçre’de de görülmektedir. Bu ülkelerde sosyal vatandaşlık hâlâ marjinaldir.
Ancak İngiltere, liberalizmden reformizme doğru çark etti. İngiltere’nin liberal siyasî vatandaşlığa yönelik başlangıçtaki mücadelesi ağırlıklı olarak yükselen burjuvazi ile bağımsız zanaatçıların yürüttüğü bir sınıf mücadelesiydi. Ne var ki, İngiliz anayasası kıta Avrupa’sının çoğu anayasalarının yaptığı gibi sınıfları veya statü gruplarını sistemli biçimde dışlamadı. Böylece liberalizm ile sosyalizmin her ikisi de çekici ideolojiler olarak kaldılar. İngiltere hem çıkar gruplarının hem de sınıfların ortaklaşa yer aldığı bir yönetimi kutsallaştırdı.
Hülasa, vatandaşlık, aşağıdan gelen dalganın etkisini kırmak üzere tasarlanmış bir egemen zümre stratejisidir. Stratejinin özü, topluca haklarından gelinmesi zor grup (cemaat, lonca, köy...) yapılarının çözülüp, tek tek güdülebilir siyasî bireylere bölünmesidir.
Müslümanlar, Yeni Dünya Düzeni’nin ‘işçi’leridir. Onları zararsız hale getirebilmek için, önce gözlerinin korkutulması, pazarlık güçlerinin tırpanlanması gerekmektedir. Ondan sonra ‘zararsız yurttaşlar’ safına sokulabilir ve kendilerine sınırlı haklar tanınabilir. Batı’da işçilerin “liberal rejimin dışında kalıp, sosyalizm, anarşizm gibi ideolojiler tarafından ayartılmaması” için neler yapıldıysa, Yeni Dünya Düzeni’nde de Müslümanların “cihad ideolojisi tarafından ayartılmaması” için yeni formlar içinde tekrarlanacaktır.
 
Cihad, Öldürme Değil, Diriltmedir!
İslam medeniyeti üç selimin eseridir: Aklı-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim. Aklı selim sahibi olmak, ne olduğunu doğru anlatabilmek; kalbi selim sahibi olmak ise muhatabını doğru anlamaya arzulu olabilmektir. Batı dünyasının samimiyet testi cihad kavramının anlaşılma ve propaganda edilme tarzındadır. Batı asırlardır bu sınavdan geçemiyor. Cihad, cidal veya cedel değildir. Cihad, hasmını yok etmeye değil, diriltmeye yönelik bir çabadır. Batılı, kendi ruhundaki şiddet eğilimini örtbas etmek için, İslam’ı şiddet kaynağı olarak gösteriyor. Yirminci yüzyılın iki büyük savaşında bugün Türkiye’de yaşayanlar kadar insan öldü. Bu yıkımların hangisinde İslamiyet’in rolü var?
Batılı’nın ruhundaki şiddet eğilimi 20. yüzyıla özgü de değildir. Weber nasıl Protestan ahlakı ile kapitalizm arasında birebir ilişki kuruyorsa, Sorokin de Protestan ahlakı ile şiddetin ruhu arasında yakın ilişki kuruyor. Yaptığı hesaplara göre, Avrupa-içi savaşların yoğunluğu, Protestanlığın ortaya çıktığı 16. yüzyılda 2,5 katına, 17. yüzyılda ise 7 katına çıkmıştır. Nispeten çatışmasız geçen 19. yüzyıldan sonra, 20. yüzyıl tam bir kâbus oldu. Ancak, nükleer silahların yıkım gücü dikkate alınırsa, dünyanın yeni bir dünya savaşını kaldıramayacağı da ortadadır. Büyük savaştan kaçınmak, ancak ortak bir dünya hükümetinin üstesinden gelebileceği bir iştir. Böyle bir hükümetin manevi temellerinden birincisi dindir. İslam’ı terörle lekelemek, sadece bir dini ve onun şerefli mensuplarını karalamak değil, insanlığı büyük bir şifa kaynağından mahrum bırakmaktır.

Paylaş Tavsiye Et