Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2010) > Kapak > Ne askerî ne sivil vesayet; sadece “norm”alleşme!
Kapak
Ne askerî ne sivil vesayet; sadece “norm”alleşme!
M. Mücahit Küçükyılmaz
SONDA söylenecek olanı başta söyleyelim: Türkiye’de bugün “sivil vesayet” tartışmaları, son demlerini yaşayan derin çetenin “sivil” uzantılar üzerinden çektiği -ilk değil ama- “başarılı” bir kavramsal manipülasyondur. O yüzden bu tartışmanın açtığı “sapmış bağlam”a dalıp sivil vesayetin tersinin söz konusu olduğunu hararetle savunmak da aynı derecede beyhude ve hatta tehlikeli bir yola girmek anlamına gelebilir. Elbette sivil vesayetin mefhum-u muhalifi askerî vesayettir; fakat Türkiye’nin 27 Nisan 2007’den beri yaşadığı sürecin adı, içinde vesayet geçen bir kavramla tanımlanamayacak kadar vasattır. Bunun adı olsa olsa “normalleşme”dir. Ve bu, adı üstünde “devam eden” bir süreç olduğu, henüz tekâmüle erişmediği için sancılı geçiyor.
 
Vesayet-Kurumsal Çatışma-Normalleşme
Konuya Pollyannacı denecek bir iyimserlikle değilse de, sivil demokrat bir çerçeveden yaklaşmak gerekiyor. Bunu yaparken de, Türkiye’deki asker-sivil ilişkileri ekseninde şekillenen tarihsel serüvene bakıp 2010 Türkiye’sinde, denklemde “siyasal yaşam” kavramının varlığından bahsetmeyi bile başlı başına bir tekâmül göstergesi saymak doğru olacaktır. Hatta sivil vesayetten bahsediliyorsa eğer, bu, sivilleşmenin doğru yolda ilerlediğine bir işaret sayılmalı.
Geçmişte, Osmanlı Devleti’nin 1699 Karlofça Anlaşması sonrası fark edilen Avrupa modernleşmesi ile arasındaki mesafe, beraberinde Lale Devri’ni getirdikten sonra, asker bürokratların inisiyatifi ele aldığı bir ıslahatlar döneminin başlamasına neden oldu. Bu aynı zamanda Mühendishane-i Bahri Hümayun, Mühendishane-i Berri Hümayun, Nizam-ı Cedit, Sekban-ı Cedit, Asakir-i Mansure-i Muhammediye, hatta Tanzimat ile Islahat fermanları ve I. ile II. Meşrutiyet ilanlarında görülen askerî ağırlığın, dolayısıyla vesayet rejiminin kurumsallaşmasını kolaylaştırdı. Sivil siyaset, askerlerin veya asker kökenli yöneticilerin belirlediği, izin verdiği ve yerine göre daraltıp genişlettiği; askerin “vasi” konumunu tehdit ettiği durumlarda da iptal edilmesi gereken bir alan olarak görüldü. Aslında kökleri uzak geçmişin tarihsel ve sosyo-kültürel alışkanlıklarına dayanan vesayet dönemini, modern zamanlarda ortaya çıkan fark ediş ve algı nedeniyle, Osmanlı devrinin tamamına teşmil etmek haksız ve anakronik olacaktır. Vesayet kavramının süreç içerisinde anlamlı bir konuma gelmesi, Seyfiye ile Kapıkulları ve Yeniçerilerden oluşan ordunun zamanla sultandan ayrışması ve bir güç temerküzü halinde ortaya çıkmasıyla mümkün oldu. Bunun somutlaşması ise sultan otoritesinin silinmesi, yani 1909’da II. Abdülhamid’in hal’li ile gerçekleşti.
İlk serbest seçimlerin başarıyla gerçekleştirildiği ve “tek parti” rejiminin sona erdiği 14 Mayıs 1950 tarihinde, gerçekte “askerî vesayet” dönemi bitip “kurumsal çatışma” süreci başladı. Bazı “yaşlı siviller” kendilerine haksızlık edip darbe, müdahale, muhtıra dönemlerini “askerî vesayet” olarak adlandırmasın; zira 1950 sonrası siyaset, etkin ve yetkin bir aktör olarak iktidar ilişkilerine dâhil oldu ve asker-siyaset ilişkisi de gerilimli fakat iki ayrı aktör arasında yürütüldü. Hatta 1961 Anayasası ile Milli Birlik Komitesi, sivil siyaseti denetleme zorunluluğu nedeniyle, aracı kurumlar oluşturarak yargıyı militarizm safına çekip “kurumsal çatışma” dönemine farklı bir boyut kazandırdı. Ancak özellikle askerî yapının etkili olduğu darbe ve sonrası dönemlerde siyasetin alanının daralması ve vatandaşların önemli bir kısmını iç tehdit konseptine yerleştiren milli güvenlik politikalarının uygulanması, toplumun sivil siyasete sığınmasına ve süreçten siyaset kurumunun güçlenerek çıkmasına yol açtı.
1990’ların ortasından itibaren komşu ülkelerle sınırların esnemesi, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, insan, mal ve hizmet hareketliliğinin artması, kültürel ve ekonomik alışverişin hızlanması gibi faktörler, Soğuk Savaş döneminde şekillenen milli güvenlik politikaları ve iç tehdit konseptinin sorgulanmasını sağladı.Bu arada Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye’de Hafız Esad yönetimi değişti; uluslararası küresel sistem Yunanistan ve Ermenistan gibi ülkeleri daha barışçı politikalar izlemeye zorlamaya başladı.
Türkiye de son 7-8 yıldır, dış politikasını ve dıştan gelecek tehdit algısına karşı milli güvenlik stratejisini bu yeni duruma göre şekillendirerek, Soğuk Savaş sonrası dönemde oluşan çok yönlü, çok boyutlu, dinamik uluslararası ilişkiler sürecine intibak etti. İçte ise başta İslami, liberal-sol ve Kürt hareketler olmak üzere, siyaset üzerindeki militarist etkiye karşı duran STK’lar önemli birer baskı grubu haline gelirken, medya da mülkiyet yapısındaki çeşitlenmeye paralel, göreli olarak çoğulcu bir yapıya evrildi. Yine bu süreçte sivil iktidarın yöneticilerinde gelişmeye başlayan yeni milli güvenlik algısı, toplumun geniş bir kesimini oluşturan dindar ve Kürt kökenli vatandaşları “tehdit” unsuru olarak görmekten kaçınan bir yaklaşım sergiledi.
 
Normalleşme: Cedelleşme ve Helalleşme
İşte 2002’de başlayan ve DGM’lerin kalktığı, MGK’daki asker ağırlığının azalıp genel sekreterin sivilleştiği bu süreçte, sivil toplum siyasi denkleme ciddi biçimde dâhil olurken; demokrasi mücadelesinde İslamcıların yanında liberaller de ellerini taşın altına koydular. Sivil dikta, sivil faşizm, sivil vesayet oksimoronları da, hep olduğu gibi, demokratik seçimlerle işbaşına gelen iktidarın “muktedir” olmaya başladığı bu dönemde, Ataol Behramoğlu, İlhan Selçuk, Ali Sirmen ve malum Cumhuriyet gazetesi çevrelerince, yani sabık devrimci-cuntacı sol aydınlar eliyle gündeme getirildi. Oysa aynı “yaşlı siviller”, -ki bunlar sadece solda değil sağda da Demirel, Cindoruk, Karaduman gibi mebzul miktarda mevcut- 28 Şubat döneminde alaycı bir ikiyüzlülük sergileyip RP iktidarını “muktedir” olamamakla suçluyordu.
27 Nisan 2007 e-muhtırasına Hükümet tarafından ivedilikle verilen tepkiyle berraklaşan ve Ergenekon Davası ile devam eden siyasetin güç kazanması ve yönetimin sivilleşmesi süreci, meşru ve gayrimeşru silahlı güçler üzerinde iki temel etki meydana getirdi: Birincisi; asker, jandarma, polis, istihbarat ve özel güvenlik kuruluşlarından oluşan meşru silahlı güçler üzerinde, self-kontrol ve siyasal denetime ek olarak sivil gözetim de devreye girdi. Bunun sonucunda kolluk kuvvetleri içindeki illegal yapılanmalar, yolsuzluk, işkence, toplumsal olaylarda orantısız şiddet kullanımı gibi “güç sorunları” kamuoyunda sorgulanmaya başlandı. İkinci olarak; gayrimeşru silahlı güçlerin, kamuoyuna kendilerini ve taleplerini anlatabilecekleri siyasal temsil imkanlarının çoğalması ve sivil ortamın genişlemesiyle, şiddet kullanımını sorgulayarak çözülme veya marjinalize olma sürecine girecekleri öngörülebilir.
Türkiye’de sivil toplum bilincinin oluşması devam eden bir süreç ve bunun tarihsel anlamı, toplumun, tek adamdan alınıp halka aktarılırken yolda bürokrasi tarafından el konulan hak ve özgürlükler emanetini geri alması olarak izah edilebilir. Normların oluşması ve benimsenerek bağlayıcı hale gelmesini ifade eden “normalleşme” süreci, kurumlar ile vatandaş ve kurumların kendi arasındaki ilişkinin hukuka bağlanması demektir. Böylece, askerî bürokrasi ile sivil siyasetin bir “hukuklarının olması” ve kurumların doğal yer ve işlevlerine avdet etmesi mümkün olabilecektir.
Eh, bunca serbest zamandan sonra ilişkiyi kurala bağlamak kolay değil, normalleşme bu; bazen cedelleşmeler, celalleşmeler olacak, bazen de helalleşmeler...

Paylaş Tavsiye Et