ÜRETİM sürecinin lonca teşkilatı ve usta-çırak ilişkisine dayandığı Osmanlı Devleti’nde, Batı tipi bir sendikalaşma geç bir tarihte ortaya çıktı. Ameleperver, Amele Siyanet gibi cemiyetler, Levantenler ve Batıcı Osmanlı aydınlarının işçilere destek için kurdukları ilk derneklerdi. İlk grev de tersane işçileri tarafından 1872’de yapıldı. O dönemde İstanbul’da ezici bölümü savunma, tekstil, tütün, gıda, cam, haberleşme ve ulaşım sektöründe çalışan 50 bin kadar işçinin büyük ölçekli kuruluşlarda istihdam edilen 15-20 bini, Osmanlı işçi hareketinin dinamik çekirdeğini oluşturuyordu. Onların etrafında daha modern teknolojiyle çalışan ve ağırlığını Ermeni, Rum, Yahudi ve Bulgar işçilerin oluşturduğu ikinci bir halka vardı. En dıştaki niteliksiz işçiler halkasında (örneğin inşaat sektöründe) ise daha çok Müslüman Türk işçiler yer alıyordu.
II. Meşrutiyet ve Mütareke Dönemi
1880-1908 dönemindeki işçi eylemlerine dair bilgilerimiz sınırlı. 1885’te Odunkapı bıçkı işçilerinin, 1886’da Beyoğlu’ndaki bazı tezgâhtarların, 1906’da İstanbul’daki tütün ve matbaa işçilerinin grev ve direnişleri biliniyor. İlk işçi örgütü, Tophane Fabrikası işçileri tarafından Osmanlı Amele Cemiyeti adıyla 1894-95’te kuruldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)’nin II. Abdülhamit’e Meşrutiyet’i ikinci kez ilan ettirdiği 1908’den itibaren İmparatorluğun diğer bölgelerinde olduğu gibi İstanbul’da da işçi hareketlerinde büyük bir sıçrama yaşandı. Osmanlı Devleti’nde ilk “Amele Bayramı”nın 1 Mayıs 1909’da Selanik’te kutlandığı rivayet olunur. 1912’de İstanbul Pangaltı’ndaki Belvü Bağçesi’nde bir kutlama yapıldığına dair bilgimiz ise Osmanlı sosyalisti İştirakçi Hilmi’nin yayınladığı İştirak dergisinin 2. sayısındaki birkaç satırdan ibaret. Ülke ekonomisinin giderek dışa bağımlı hale geldiği II. Meşrutiyet döneminde, yabancı sermayeyi ürkütmemek için alelacele çıkarılan geçici Tatil-i Eşgal (Grev) Kanunu, 31 Mart 1909 Vakası’ndan sonra kalıcı hale getirildi. 1913 Babıâli Baskını’nın ardından iktidara tamamen el koyan İTC, Balkan Savaşları’nı bahane ederek tüm işçi eylem ve örgütlerini yasakladı.
19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal, Bandırma Vapuru ile Samsun’a giderken; Şefik Hüsnü, Ethem Nejat, Ahmet Akif, Sadrettin Celal, Nafi Atıf, Namık İsmail gibi Berlin’de öğrenim görürken sosyalizmle tanışan bir grup aydın da Akdeniz Vapuru ile İstanbul’a geliyordu. Bu aydınların kurduğu ve programında işçi derneklerinin oluşturulması, grev hakkı ve sekiz saatlik işgünü başta olmak üzere çeşitli sosyal politika önlemleri yer alan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın 1919 seçimlerinde aday gösterdiği üç kişiden hiçbiri seçilemedi. İttihatçıların sol örgütlere karşı kurdurduğu Osmanlı Mesai Fırkası ise aynı seçimlerde, Zeytinburnu Fabrikası ustabaşılarından, Numan Usta olarak bilinen Abdülmecit Numan’ı milletvekili seçtirerek, ilk kez bir işçinin Meclis’e girmesini sağladı.
1921 Nisan’ının son günlerinde, İtilaf Devletleri adına İstanbul’un yönetimini üstlenen İşgal Kuvvetleri Kumandanlığı tarafından “amelenin işi bırakması ve tatil yapması halinde ortaya çıkacak olayların askerî suç addedileceği ve faillerinin askerî mahkemede yargılanacağı” ilan edilmişti. Ancak ameleler 1 Mayıs 1921 günü, Türkiye Sosyalist Fırkası Başkanı İştirakçi Hilmi liderliğinde iş bırakma eylemi yaptı. Şehirde trenler, tramvaylar, vapurlar çalışmadı. Bayram dolayısıyla Türkiye Sosyalist Fırkası’nın Babıâli Caddesi’ndeki merkezine kırmızı bayrak çekildi, bando sabahtan akşama kadar Beynelmilel Marşı’nı yani Enternasyonal’i çaldı. 1922’deki kutlamalar daha görkemliydi, çünkü İşgal Kuvvetleri Kumandanlığı “nümayiş yapmamak koşuluyla” yürüyüşe izin vermişti. O gün, Umum Amele Birliği binasından halka seslenen iktisat müderrisi Mustafa Zühtü Bey, Milli Mücadele’nin lideri Mustafa Kemal’in barış sonrasında, amele evlatlarını iktisadi esaretten kurtaracağına olan inancını haykırmıştı.
Cumhuriyet’in İlk Yılları
Cumhuriyet ilan edildiğinde, İstanbul’da 35 bin, İzmir’de 10 bin, kömür ve maden ocaklarının yoğun olduğu Zonguldak ve Ereğli’de ise 15 bin işçi bulunmaktaydı. Ülke çapındaki toplam işçi sayısı ise 110 bine ulaşmıştı ve Tatil-i Eşgal Kanunu yürürlükteydi. İşçiler, Cumhuriyet idaresi ile birlikte hak ve özgürlüklerinin gelişeceğini düşünmüşlerdi; ancak yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Altı Ok’undaki “Halkçılık” ilkesiyle tarif edilen “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kütle” ideali, işçi örgütlenmeleri ve eylemleri önünde engel oluşturdu. 17 Şubat-4 Mart 1923 Lozan Konferansı’nda Türkiye’yi sıkıştıran Batılı güçlere karşı liberal, yabancı sermayeyle barışık bir Türkiye portresi çizmek için alelacele toplanan İzmir İktisat Kongresi’ne, hükümet tarafından seçilmiş amele temsilcileri de katılmıştı. Kongre’de o güne kadar amele denilen emekçilere “işçi” denilmesi, iş gününün sekiz saat olması, ücretli izin ve 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanması gibi bir dizi liberal karar alınmıştı. Ancak bunlar uygulanmadı.
1924’te İstanbul’daki belli başlı işçi kuruluşları bir araya gelerek Amele Teali Cemiyeti’ni kurdular. 1925’te Cemiyet tarafından düzenlenen “ulusal sendikalar zirvesi” niteliğindeki toplantıya Türkiye’nin dört bir yanındaki sendika ve derneklerden temsilciler katıldı. Bu toplantı sonunda kurulan komisyon, mesai saatleri ile ilgili bir yasa tasarısı hazırladı ve Meclis’e sundu. Bu esnada patlak veren Şeyh Sait İsyanı bahanesi ile 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu tüm demokratik hakları rafa kaldırırken, Şeyh Said İsyanı’nı “Yobazların Sarıkları Yobaz Zümresine Kefen Olmalı! Yobazlarıyla, Ağalarıyla, Şeyhleriyle, Halifeleriyle, Sultanlarıyla Birlikte Kahrolsun Derebeylik! İrtica ve Derebeyliğe Karşı Mücadele İçin: Köylüler (Köy Meclisleri), Ameleler (Sendikalar) Etrafında Örgütlenmelidir!” başlıklı bir makaleyle kınayan Amele Teali Cemiyeti’nin bile 10 üyesi İstiklal Mahkemesi’nce 7-15 yıl küreğe mahkûm edildi. 1928’deki Şark Şimendiferler ve İstanbul Tramvay grevlerinden sonra da Cemiyet ebediyete intikal ettirildi.
Türkiye’de birbirinden çok farklı çıkarlar izleyen ve bu yüzden birbirleriyle mücadele eden sınıflar olmadığı görüşü, CHP’nin o sıradaki ismiyle Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1927 tarihli tüzüklerinde ve 1931’de kabul edilen parti programında tekrarlandı. 1930’lardaki millileştirme hareketleriyle birlikte Türk sanayisinde yabancı sermayenin yerini ulusal sermayenin alması, CHP’yi sendikalaşmaya ya da greve yol açacak bir ortamın veya bir çıkar çatışmasının olmayacağına inandırmıştı. Başka bir deyişle, işçi örgütlenmelerine veya eylemlerine gerek yoktu, bu yüzden de onları engellemek en doğru hareketti. Ancak 1926 ve 1927’de liman işçileri, 1928’de demiryolu işçileri, 1929’da tramvay işçileri, 1929 ve 1931’de tütün işçileri, 1932’de Seyr-i Sefain İdaresi işçileri greve gittiler.
1929 Büyük Buhranı ile birlikte hükümetin 1 Mayıs’a karşı tavrı iyice sertleşti. 1931 ve 1932’deki küçük çaplı tutuklamaları, 1933’te Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin 1 Mayıs bildirileri bahane edilerek daha yaygın tutuklamalar izledi. Bu yıllarda başlayan devletçi uygulamalar işçilere karşı daha sert tedbirleri gündeme getirirken; Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne katılmanın paralelinde 1932’de Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’ne üye olduysa da, örgütlenme ve grev yasağı kaldırılmadığı gibi 1933’te Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle grev suç olarak tanımlandı. 1934’te hükümet, işçi hakları konusunda danışmanlık hizmeti aldığı Amerikan Hines Şirketi’nin tavsiyeleri uyarınca işçilerin yeraltı örgütlenmelerine kaymalarını önlemek için devlet bünyesinde çalışacak bir işçi cemiyeti kurulmasına karar verdi ve bunun için İzmir pilot bölge seçildi. Ancak bu proje işe yaramadı ve 1938 yılına kadar tam 62 grev yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı ve Sonrası
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ücretler yarı yarıya düştüğü halde, 1940’ta çıkarılan Milli Koruma Kanunu uyarınca çalışma sürelerinin arttırılmasıyla yaşanan büyük gerilim, 1946’da sınıf esasına dayalı örgütlenme yasağının kaldırılmasıyla birlikte azaldı. Ama devlet hem 1947 Sendikalar Kanunu hem de Ceza Kanunu’ndaki 141 ve 142. maddelerin ağırlaştırılmasıyla işçi önderlerine ve solculara göz açtırmadı. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, başlangıçta işçi sınıfına sıcak davrandı. Bu atmosferde 6-7 Eylül 1952’de Türk-İş Sendikalar Konfederasyonu kuruldu ancak kısa süre sonra DP de geleneğe uydu. 6-7 Eylül 1955’te İstanbul başta olmak üzere bazı büyük şehirlerde gayrimüslimlere yönelik yağma girişimini bahane ederek İstanbul’daki sendikaların faaliyetini askıya aldı. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından çıkarılan 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ortamında işçi sınıfının ilk etkili eylemini, İstanbul’daki Kavel Kablo Fabrikası’nda çalışan Türk-İş’e bağlı Maden-İş Sendikası’nda örgütlü 173 işçi gerçekleştirdi. Bazı kazanılmış haklarının işveren tarafından gasp edilmesi üzerine eyleme geçen Kavel işçilerinin 100 gün süren direnişi sayesinde 1961 Anayasası’nın 47. maddesi gereği çıkarılması gereken ancak iş çevrelerinin baskısıyla bekletilen 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu yürürlüğe girdi.
Türk-İş’ten ayrılan yedi sendikanın 1967’de kurduğu Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu öncülüğünde, CHP ile Adalet Partisi’nin 15-16 Haziran 1970’te sendikalaşma hakkını kısıtlamaya kalkışmasına karşı yapılan gösterilere 75 binden fazla işçi katıldı. Gösterilerin ilk gününde Bakanlar Kurulu 60 günlük sıkıyönetim ilan etti, DİSK yöneticileri tutuklandı, çıkan olaylarda iki işçi, bir polis, bir de esnaf öldü. Anayasa Mahkemesi yapılan değişiklikleri iptal edince, işçiler Kavel’den sonra ikinci kez başarıya ulaştı. 1970’li yıllarda, 1 Mayıs Bayramı da kitlesel biçimde kutlanmaya başlandı. 1975’te DİSK’in girişimiyle Tepebaşı Gazinosu’nda yapılan kutlamayı, 1976’da İstanbul Taksim Meydanı’ndaki 150 bin kişilik miting izledi. 1977’de Taksim Meydanı’nda yapılan eylemlerde karanlık güçlerin açtığı ateş sonucu 34 kişi ezilerek ya da kurşunlanarak öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 1978’de kitleler yine Taksim Meydanı’ndaydı fakat sendikalı işçilerin oranı daha azdı. 1979’da 1 Mayıs, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından İstanbul’da yasaklandı.
Bütün baskılara rağmen 1960-80 döneminde ülke çapında 4.794 işçi eylemi yapıldı ve bu etkinlik burjuvaziyi çok rahatsız etti. 12 Eylül 1980’de alınan MGK kararları ile DİSK, Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durdurulurken, Türk-İş dışında kalan konfederasyonlar ile onlara bağlı sendikalara ait taşınır ve taşınmaz mallar da kayyumlara teslim edildi. Sendika yöneticileri yargılanarak ağır cezalara çarptırıldı. MGK işçilerin 1963’ten beri edindiği tüm kazanımları teker teker geri aldı. Aynı şekilde 1 Mayıs tatil olmaktan çıkarıldı. Bundan sonraki yıllar yasaklar, polisle çatışmalar, ölümler ve yaralanmalarla geçecek, işçi sınıfı üzerindeki ölü toprağını ancak 2000’li yıllarda atabilecekti.
Paylaş
Tavsiye Et