HÜKÜMETİNDEN muhalefetine, yargısından ordusuna Türkiye’de büyük bir iktidar kavgası gerçekleşirken, 23 Şubat’ta Balıkesir’deki sabıkalı bir kömür ocağında tekrar yaşanan grizu patlamasında 14 maden işçisi yaşamını yitirdi. Sadece bundan bile anlaşılabileceği üzere, Türkiye’de işçi olmak zor zanaat. Otuz yıldır uygulanan neo-liberal politikaların emeği getirdiği nokta işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk şeklinde özetlenebilir. Çalışma yaşamı ve üretim organizasyonundaki dönüşümün anahtar kavramı ise esneklik.
Çalışma hayatında esneklik farklı biçimlerde karşımıza çıkar. Fonksiyonel esneklik, çalışanların işletmenin ihtiyaçlarına göre farklı görevleri yerine getirme kapasitesine sahip olması; sayısal esneklik ise yine bu ihtiyaçlar doğrultusunda işverenin çalışan sayısında değişikliklere gidebilmesi anlamına gelir. Zamansal ve mekânsal esneklik, istihdamın belirli bir zaman diliminde, toplam süre kapsamında veya mekânda yapılması zorunluluğunu ortadan kaldırır. Ücret esnekliği, işverenin ücretleri toplu sözleşme zorunluluğu olmadan bireysel sözleşmelerle, her türlü kamusal denetimden ve asgari ücret gibi kısıtlamalardan bağımsız bir şekilde belirlemesini ifade eder. Bütün bunlar iş tanımı ve yükünü belirsizleştirip işverenin emek yoğunluğunu dilediği gibi belirlemesini, işe alma ve işten çıkarma prosedürlerinin işveren lehine düzenlenmesini, standart çalışma koşullarının işletme ihtiyaçlarına göre değiştirilmesini, emek piyasasının serbestleştirilip işçilerin sosyal haklarının ve iş güvencelerinin kısıtlanmasını amaçlar.
Neo-liberal anlayışa göre artan rekabet koşullarına, piyasanın hızla değişen talep ve ihtiyaçlarına uyum sağlamak için vazgeçilmez sayılan, hatta ironik bir şekilde işsizliğe karşı bir önlem olarak sunulan esneklik, birbirini izleyen yasal düzenlemeler ve yapısal reformlarla hayata geçirilmektedir. 2003’te 1474 Sayılı İş Kanunu yerine 4857 Sayılı İş Kanunu’nun geçirilmesi ve 2008’de 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun kabul edilmesiyle, çalışma hukuku ve emek piyasası büyük ölçüde esnekleştirilmiştir. Böylelikle geçici çalışma, uzaktan çalışma, eve iş verme, part-time gibi a-tipik istihdam biçimleri; taşeronlaşma; talebin azalması durumunda ücretsiz izin; toplu veya bireysel işten çıkarma gibi uygulamalar hukukileşmiştir. Geçen yıl kabul edilmesine karşın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün vetosu nedeniyle henüz yürürlüğe girmeyen ve kamuoyunda haklı olarak “Kölelik Kanunu” olarak anılan 5920 Sayılı İş Kanunu, İşsizlik Sigortası Kanunu ve Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ise sürecin vardığı noktayı göstermesi bakımından hayli çarpıcıdır. Burada düzenlenen geçici iş ilişkisine göre işveren işçiyi doğrudan istihdam etmez, yine aynı kanun uyarınca kurulacak özel istihdam büroları aracılığıyla ihtiyaç duyduğu süre kadar kiralar. Böylece istihdam geçicileştirildiği gibi; işçinin kıdem ve ihbar tazminatı, izin, örgütlenme, toplu sözleşme ve grev yapma gibi temel sosyal ve ekonomik hakları da ortadan kaldırılır.
Esnekleştirmeye dönük düzenlemelerin içeriği ve şimdiden ortaya çıkan sonuçları, esnekliğin ekonomik bir zorunluluk yahut teknik bir mesele olmanın ötesinde, emek maliyetini azaltmayı amaçlayan sınıfsal bir tercih olduğunu gösteriyor. Nitekim sermaye örgütleri her fırsatta daha fazla esnekleştirme talep ederken, esneklik arttıkça emek örgütleri güç kaybediyor. Bugün, işçilerin koşulları ve çalışmanın itibarı, tarihin pek az dönemi ile kıyaslanabilecek kadar kötü durumda. Geçicilik, emek piyasasının istisnası olmaktan çıkıp kuralı haline geliyor; ücretlilik temelinde örgütlenmiş çalışma yaşamı yerini güvencesizlik temelinde örgütlenmeye bırakıyor.
İşsizlik ve büyüme konusunda olumlu bir gelişme kaydedilmediği gibi, örgütlenme haklarını ve sosyal güvenliklerini yitiren işçilerin ücretleri ve yaşam standartları düşüyor, toplumun diğer kesimleri bir yana bizzat işçilerin kendi içlerindeki ayrımlar ve eşitsizlikler derinleşiyor. İşletmelerin rekabet gücünü artırmaya dönük fedakârlıklar işçilerden bekleniyor, piyasa dalgalanmalarının bütün yükü çalışanların sırtına yıkılıyor. Bütün bunlara eklenen çalışma yoğunluğu ise artan iş kazası ve meslek hastalığı risklerini, psikolojik rahatsızlıklar ile stres bozukluklarını ve yabancılaşmayı beraberinde getiriyor.
Emek güvencesizliğinin işçi sağlığı üzerindeki etkileri ise korkunç boyutlara ulaştı. Örneğin ölümle sonuçlanan iş kazalarının %80 ila 90’ına geçici işçilerde rastlandığını gösteren araştırmalar mevcut. Birkaç ay önce 131. işçinin yaşamını kaybettiği, artık iş kazasından ziyade taammüden cinayet kapsamında değerlendirilmesi gereken ölümlerin gerçekleştiği Tuzla Tersaneler Bölgesi bile başlı başına esnekleştirme ile iş kazaları arasındaki doğru orantının kanıtıdır. Tersane kazalarının en fazla yoğunlaştığı yıllardan biri olan 2009’da, buna ilişkin önlemler almak yerine esnekleştirmeye dönük düzenlemelere devam eden, üstelik tekne ve yatlara vergi muafiyeti getiren Hükümet’in, kendisini iktidar yapanlar konusunda büyük bir kafa karışıklığı yaşadığı anlaşılıyor. Standart istihdam rejimi altında çalışırken kurumlarının özelleştirilmesi sonucunda, güvencesiz ve geçici bir esnek istihdam rejimine geçirilmek istenen Tekel işçilerine karşı Maliye Bakanı’nın çözüm olarak, aldıkları tazminatlarla iş kurmalarını önermesi ise hükümetin emek ve istihdam meselelerine yönelik müteşebbis anlayışını gözler önüne seriyor.
AKP hükümeti, her şeye işletme mantığıyla yaklaştığı için emek piyasasını da düzenlemeden arınmış, risklerle olduğu kadar fırsatlarla da dolu bir teşebbüs zemini olarak görüyor. Bu zemin ise tam da Robert Castel’in Sosyal Güvensizlik adındaki kitabında tarif ettiği gibidir: “Herkes, artık sürekliliğini yitirmiş meslekî güzergâhında başına gelen iyi kötü olasılıkları kendi başına üstlenmeli, tercihlerde bulunmalı, yeni koşullara zamanında uyarlanabilmelidir. Sonuçta, burada da, emekçi kendisinin müteşebbisiymiş gibi davranmalıdır; bir mevkie yerleşip kalmak yerine, kendi mevkiini kendi yaratmalı ve kariyerini standartlaşmış doğrusal şemaların dışında inşa etmelidir.”
Şüphesiz gemisini kurtaranın kaptan olduğu bir toplumda krizi fırsata çevirenler de olacaktır; ama fırsata çevrilemeyen krizlerin bedeli de bir o kadar büyük ve trajiktir. İşçi ile işveren arasındaki ilişki zaten doğası gereği eşitsiz ve tahakküme açık bir ilişkidir. Bu ilişki içinde işçiyi görece koruyan tek şey, üretim süreci üzerindeki gücü, sosyal güvencesi ve bir arada davranabilme kabiliyetidir. Bütün bu korunakları elinden alınan işçiyi, bütünüyle serbestleştirilmiş bir emek piyasasında kaderine terk etmek, var olan eşitsizlikleri güçlendirmekten ve buna yenilerini eklemekten öte bir anlam taşımaz. Bir hükümetin görevi, kendisini iktidara getirmiş olsun ya da olmasın hiçbir toplum kesimini böyle bir duruma sokmamaktır. Bugün kömür ocaklarından çığlık, tersanelerden ağıt şeklinde yükselen, artık endişelerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanların sesidir. O sese kulak vermek gerekir.
Paylaş
Tavsiye Et