DÜNYANIN nefesini tutarak izlediği Amerikan başkanlık seçimleri nihayet sonuçlandı. Demokratların adayı Illinois Senatörü Barack Obama, 4 Kasım’da Cumhuriyetçi rakibi Arizona Senatörü John McCain karşısında oyların %53’ünü alarak ABD’nin 44. başkanı seçildi. Seçimlerde başkanın yanı sıra, Amerikan Kongresi’nin alt kanadı Temsilciler Meclisi’nin tamamı ile üst kanadı Senato’nun 100 sandalyesinden 35’inin yeni sahipleri de belirlendi. Demokratlar, Temsilciler Meclisi’nin 435 sandalyesinin 261’ini elde ederek, Cumhuriyetçiler karşısındaki konumlarını daha da güçlendirdiler. Senato’nun 35 sandalyesinin çoğu Cumhuriyetçilere gitse de, Demokratlar üye sayılarını 56’ya çıkarmak suretiyle Senato’da da çoğunluğu sağladılar.
Bu sonuçlar hem başkanın hem de Kongre’nin çoğunluğunun aynı partiden olması gibi, nadir gerçekleşen bir durumu ortaya çıkardı. Ancak bu seçimlere tarihî nitelik kazandıran esas husus, Demokratların zaferinden çok başkan seçilen Obama’nın, Müslüman kökenli siyah bir baba ile Hıristiyan beyaz bir anneden dünyaya gelen bir melez-siyah olmasıydı. Yine de tüm dünyada Obama’nın seçilmesini bir devrim olarak değerlendiren, başkanın renginin değişmesiyle Amerikan hegemonyasının ortadan kalkacağını zannedip sevinç çığlıkları atan yorumcuların, büyük bir hayal kırıklığına uğrayacağını söylemek için fazla beklememize lüzum kalmadı.
20 Ocak 2009’da yemin ederek göreve başlayacak Obama’nın büyük oranda şekillenen kabinesi, yeni yönetimin politikalarının ABD’nin genel çizgisinde bir kopuş ya da daha ılımlı ifadeyle değişim yerine bir süreklilik arz edeceğini gösteriyor. Beyaz Saray ekibine, ekonomi yönetimine ve diğer birçok bakanlığa, eski başkan Bill Clinton ile çalışmış isimleri getiren Obama, dışişleri bakanı olarak Demokrat Parti’nin başkan adaylığı seçimlerindeki rakibi Hillary Clinton’ı seçti. Bu tercihlerle Obama, silah ve enerji şirketlerinden finans çevrelerine, Yahudi lobisinden istihbarat, savunma ve dışişleri bürokrasisine kadar Amerikan derin devletinin bütün merkezlerine, çizgi dışına sapmayacağı mesajını veriyor.
Obama’nın henüz başkan adayı bile değilken, Afganistan’da Taliban ve el-Kaide’ye karşı mücadele eden NATO güçlerini desteklemek için Pakistan’a askerî müdahale düzenlenebileceğini söylemesi de hafızalardaki yerini koruyor. Siyah derili ve ılımlı bir başkanın ikna gücünün arttığı da düşünülürse, Obama zorlanmaya başlayan Amerikan hegemonyasını konsolide edecek yegane isim olarak görülüyor.
Obama Döneminde Türkiye-ABD İlişkileri
2 Aralık 1823’te dönemin ABD Başkanı James Monroe tarafından Kongre’ye sunulan ve tarihe “MonroeDoktrini” olarak geçen strateji uyarınca İngiltere, Fransa ve İspanya gibi Avrupalı güçlerle dünyanın geri kalanında nüfuz mücadelesine girmeyen ABD, uluslararası sahnede bir tür izolasyon siyaseti uygulamaya başladı. Fakat bu izolasyon esnasında ABD, batıya ve güneye doğru topraklarını genişletmekten ve arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika’da kendi nüfuz alanını kurmaktan geri durmadı. Bu tavır, ABD’nin yapısındaki hegemonik karakteri açıkça ortaya koyuyor.
İkinci Dünya Savaşı ile birlikte izolasyon politikasını terk eden ve Soğuk Savaş döneminde küresel bir aktör olarak uluslararası sahneye çıkan ABD, bu bağlamda doğrusal bir dış politika çizgisi izledi. Sert gücün baskın olduğu saldırgan dönemleri, yumuşak gücün öne çıktığı kısmen daha barışçıl dönemler izledi. Saldırgan yıllar Cumhuriyetçilerin, kısmen barışçıl yıllar ise Demokratların yönetimi altında yaşanageldi. Soğuk Savaş sona erip uluslararası sistem ABD liderliğinde tek kutuplu bir yapıya dönüşürken, Demokrat Clinton ile yaşanan görece ılımlı sekiz yılın ardından gelen George W. Bush yönetimindeki saldırgan sekiz yıldan sonra, Demokrat Obama ile yeni bir yumuşama safhasına girilecektir.
Bu çerçeveden baktığımızda, diplomasiye ağırlık veren Demokrat yönetimler dünyada daha fazla memnuniyet yaratsa da, Türkiye genellikle Cumhuriyetçi yönetimleri tercih edegeldi. Bunun arkasında ise Demokratların Ermeni ve Kıbrıs meselelerinde Türkiye aleyhine tavır almaya daha eğilimli olmaları yatıyor. Her ne kadar, Demokrat Clinton yönetiminde Türkiye ile ABD arasında en iyi dönem yaşanmış ve Cumhuriyetçi Bush yönetiminde Irak Savaşı yüzünden iki ülke ilişkileri kopma noktasına gelmişse de, bu eğilim Türk siyaseti ve dışişleri bürokrasisindeki varlığını sürdürüyor. Nitekim Obama’nın başkan yardımcısı olarak, 1974 Kıbrıs çıkarması sonrasında Türkiye’ye uluslararası ambargo uygulamasında öncülük yapan tecrübeli senatör Joe Biden’ı seçmesi endişeye neden oluyor.
Türkiye son altı yıldır izlediği dengeli ve akılcı dış politika sayesinde Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da daha etkin ve güvenilir bir pozisyon kazanıp manevra alanını arttırırken, Türk-Amerikan ilişkileri de eskisine kıyasla daha dengeli bir ivme yakaladı. CIA’in eski üst düzey yöneticilerinden Graham Fuller, BBC Türkçe servisine verdiği mülakatta, Türkiye ile ABD’nin Ortadoğu’da çıkarlarının ortak olmadığını, Ankara’nın bölgede rasyonel ve bağımsız bir siyaset izlemesinin kendi çıkarlarına daha çok hizmet edeceğini vurguladı. “Obama yönetimi altında, ABD’nin Ortadoğu’daki siyaseti açısından önemli değişikliklere şahit olacağımız konusunda umutluyum” diyen Fuller, Türkiye’nin “kendisini, İran, Suriye, Rusya ve Filistin konularında çok zorlamayacağı”nı tahmin ettiği Obama yönetimiyle iyi ilişkiler geliştirmekte zorlanmayacağını belirtti.
17 Kasım’da Irak ile ABD arasında imzalanan Güçlerin Statüsü Anlaşması (SOFA) ile Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilme sürecinin takvime bağlanması, bu ülkenin kritik konumunun devam edeceği anlamına geliyor. SOFA sürecinde Irak’ın haritası ve yeni iktidar(lar)ının belirlenecek olması ve Amerikan güçlerinin yokluğundan doğabilecek güç boşluğu Türkiye’yi epey tedirgin ediyor. Özellikle de Joe Biden’ın daha önce Irak’ın Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında üçe bölünmesini savunmuş olması tedirginliği arttırıyor.
Yine de Obama yönetiminin Irak’ın bölünmesini istemesi pek muhtemel görünmüyor. Zira bu bölünme İran’ın Şiiler üzerindeki etkinliğini daha da artırmasına ve şiddet ve kaosun yeniden tırmanmasına yol açar ki bu da Amerikan askerlerinin çekilmesini zora sokar. Oysa Obama yönetiminin, hem Amerikan kamuoyuna verdiği sözü tutmaya hem de Afganistan’da ve bir müdahale halinde Pakistan’da açılacak cephede askere ihtiyacı var. Dolayısıyla Türkiye, Irak’ta korktuğu kadar büyük bir krizle karşılaşmayabilir. Kıbrıs konusunda ise, Türk ve Rum tarafları arasında BM gözetimindeki müzakereler zaten sürüyor. Obamalı bir ABD ile yaşanma ihtimali en yakın kriz “Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı”. Çünkü Obama seçimlerde tasarıyı Kongre’den geçirme vaadinde bulunmuştu. Ancak Türkiye ile Ermenistan arasında başlayan yakınlaşma 24 Nisan öncesinde daha da ilerlerse, Ermeni diasporasının baskısı tavsayabilir.
Time dergisi yazarlarından Michael Elliot’ın “Europe Road Ahead” başlıklı yazısındaki yerinde ifadesiyle, “Obama’nın BM Genel Sekreteri değil sadece ABD Başkanı olarak seçildiği” unutulmamalı. Soğuk Savaş’ın en gerilimli günlerinde Sovyetler Birliği ile ilişkilerde gerginliği azaltmaya çalışan John Kennedy’nin 22 Kasım 1963’te şaibeli bir suikasta kurban gittiği hatırlanırsa, Obama’nın niçin dünyanın değil de sadece ABD’nin Mesih’i olabileceği daha iyi anlaşılır.
Paylaş
Tavsiye Et