Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Avrupa ve İslam: İki dünya arasında diyalog
Jean François Mayer
GEÇTİĞİMİZ Eylül ayında İsviçre’nin pek çok gazetesinde ücretli bir ilan yayımlandı. İlan, “Yakında Müslümanlar ülkemizde çoğunluğu ele mi geçirecek?” diye soruyordu. İlanı kaleme alanlar, İsviçre’deki Müslümanların sayısının her on yılda bir, ikiye katlandığını (1990 sayımında 150 bin olan sayı, 2000 yılında 310 bine yükselmişti) gösteren “sağlam” bir bilgiye dayanarak İsviçre’de ikamet eden Müslümanların 2040 yılında ülke çoğunluğunu ellerine geçireceklerini öngörmekteydiler.
Pek çok okuyucu bir İslamofobia göstergesi olarak algıladıkları bu ilana şiddetle tepki gösterirken, istatistikî bilginin bu şekilde yanlış kullanılmasını eleştiren çok sayıda makale de kaleme alındı. Ne var ki bu tür korku mesajlarının büsbütün etkisiz olduğunu söylemek de doğru değil. Zira bu tür mesajlar Avrupa’da sayıları hiç de azımsanmayacak bir grubun endişelerini teyit eder mahiyette. Dahası bu olay, gerilimin “Hıristiyanlığa karşı İslam” ya da “Batı’ya karşı İslam” söylemine indirgenmesinin yanlış olduğunu da ortaya koydu. Çünkü burada birçok unsurun rol oynadığını görmekteyiz ki, bunların başında yabancı göçü gelmekte. Bu da normal; zira nerede olursa olsun büyük sayıda göç her zaman endişe uyandırır. Çok değil daha 40 sene önce, Batılı olmalarına rağmen İspanyol ve İtalyan göçmenlerin İsviçre’deki varlığı hararetli tartışmalara konu olmaktaydı. Dolayısıyla toplum içerisindeki herhangi bir grubun bu denli hızlı büyümesinin tepkilere neden olmasına şaşırmamak lazım.
Mevcut algılamalar farklı düzlemler ve farklı unsurlar içeriyor. Bu nedenle başarıya ulaşması arzulanan bir diyaloğun bunları dikkate almaması düşünülemez.
İlk düzlem çoğu zaman göz ardı edilen tarihî mirastır. Yüzyıllar boyunca Hıristiyan ve Müslüman güçler arasında Akdeniz civarında ve başka yerlerde rekabete ve çatışmaya dayalı bir ilişki mevcuttu. Elbette bu iki gücün kendi aralarında da savaşlar olmaktaydı. Fakat Hıristiyan ve Müslüman güçler arasındaki çatışmaların dinî boyutu her iki tarafın kolektif hafızalarında uzun süre silinmeyecek izler bıraktı. Yüzlerce yıllık korku henüz hafızalardan silinmedi ve çok çabuk su yüzüne çıkabiliyor.
İkinci düzlem, yukarıda da değinildiği gibi, Avrupa genelinde halen küçük olan ama hızla büyüyen bir Müslüman azınlıklar meselesidir. İlk başlarda, bu insanlara hep geçici mukîmler, “misafir işçiler” gözüyle bakıldı ve emeklilik yaşları gelince mutlu bir şekilde ülkelerine geri dönecekleri zannedildi. Ancak şimdi açıkça görülüyor ki, bu işçiler temelli yerleşmek için Avrupa’da bulunuyorlar; ikinci ve üçüncü nesiller Avrupalı ülkelerin vatandaşlıklarını alıyorlar. Dahası camiler ve minareler er ya da geç kiliseler ve çanlar kadar Avrupa şehirlerinin nişanesi haline gelecek. Ve bu sadece yaşadıkları mahallelerde yeni yüzler görmeye başlayan sıradan insanların bir meselesi olarak da algılanmamalı: Demografik gerçekler Akdeniz’in kuzeyi ile güneyi arasındaki derinleşen uçurumu gözler önüne sermekte. Dolayısıyla, her ne kadar durdurmak için çok çaba sarf edilse de, göçler sona ermeyecek.
Üçüncü düzlem ise Soğuk Savaş sonrası güvenlik sistemi ile ilgilidir. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllar boyunca Avrupa için tehdit Doğu’dan, Sovyetler Birliği ve müttefiklerinden geldi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra güvenlik uzmanları dikkatlerini başka bir yere kaydırmak zorunda kaldılar. 1990’ların başından itibaren bir “yeni tehditler” furyası ortaya çıktı. Devletler -sırf kaynakların dağıtılması söz konusu olduğunda bile- tehdidin nereden geldiğini bilmek durumundadır. Aynı şekilde toplumlar da kendilerini potansiyel düşmanlara ve rakiplere göre tanımlarlar. Pek çok nedenden ötürü, Avrupa’ya yönelecek olası bir tehdidin Müslümanların yoğunluklu yaşadığı bölgelerden geleceği yönünde ortak bir kanaat oluştu.
Dördüncü düzlem, Müslüman dünyanın kendi içinde yaşadığı değişim meselesidir. Kolonileşmeden ve ardından Batılı ideolojileri körü körüne takip eden rejimlerden ve siyasi hareketlerden sonra artık İslamî bir model öngörenlerin sesleri daha gür ve etkin çıkmaya ve daha geniş bir kesime hitap etmeye başladı. Burada İran Devrimi bir dönüm noktasını teşkil eder. Hâkim olan tarih algılamasına aykırı olduğu için pek çok Batılı analist böyle bir şeyin nasıl olabildiğine akıl sır erdiremedi. Komünist bir devrim olsaydı bu anlaşılabilirdi. Zira ideolojik manada kendileri komünist olmasa bile, Avrupalıların İslamcılara nazaran komünistleri anlamaları çok daha kolay. Pek çok bunalımlı bölgede patlak veren olaylar ve radikal İslam’ın küreselleşmiş formlarının ortaya çıkışı, Avrupalı zihinlerde kısa zamanda kaybolması muhtemel olmayan ciddi endişeler doğurdu.
Bunlara bir beşinci düzlem daha eklenebilir belki: Avrupa’nın sekülerleşmesi. Bu görüldüğünden daha karmaşık bir olaydır. Geleneksel dini kurumlara karşı oluşan duyumsamazlık, zorunlu olarak ateizm ya da inançsızlık anlamına gelmez. Ve şu anda Hıristiyanlığın yerini alabilmiş herhangi bir şey de mevcut değil. Bununla birlikte din konusundaki cahillik son derece yaygın ve dinin pratik boyutu Avrupa’da oldukça zayıflamış durumda. Bu durum sekülerleşmiş Avrupalıların dinî hassasiyetleri olan insanları anlamalarını zorlaştırıyor. Bir kaç ay önce Orta Asya’daki İslam üzerine uzman analistleri ve hükümet temsilcilerini bir araya getiren bir toplantıya katılmıştım ve orada şu noktaya dikkat çektim: O gün bir Pazar sabahıydı -pek çok Hıristiyan için ibadet vakti- ve katılımcıların hiçbirinin o vakitte kilisede olmayı umursamadıkları belliydi. Bunun toplumlarımızın ulaştığı sekülerleşme düzeyini göstermesi bakımından ne kadar manidar olduğunu ve bu şekilde oluşan bir zihniyet ile dinî faktörlerin sosyal etkilerini anlamanın ne kadar zorlaştığını ifade ettim. Sözlerim bazılarını şaşırtırken, bazı yüzlerde de utançtan kaynaklanan bir gülümseme oluştu. Seküler bir bağlamda özel alanda yaşanan bir din gayet güzel bir şekilde anlaşılabilir ve bu dine saygı da duyulur. Ne var ki kamusal alana hitap eden ve kamusal olayları etkileyen bir dine şüphe ile yaklaşılır.
Bunlara başka düzlemler de eklenebilir. Fakat bu saydığımız beş düzlem bile Avrupalıların Müslümanlara ve İslam Dünyası’na bakışlarını belirleyen unsurların ne kadar girift olduğunu göstermeye yetiyor. Şunu unutmamamız gerekir ki algılamalar durağan değildir; zaman içinde değişirler. Mesela, intihar eylemlerine karşı bir memnuniyetsizlik söz konusu ise de, bugün Filistinlilere gösterilen sempati Avrupa’da daha önce hiç olmadığı kadar yüksek. İsrail ise, daha önceleri Avrupa kamuoyunca desteklenmesine rağmen, bugün halkla ilişkiler bağlamında Avrupa’da ciddi problemler yaşıyor.
‘Avrupa’yı (ya da ‘Batı’yı) ve “Müslüman Dünya”yı karşı karşıya getiren söylemler benim hep aklımı karıştırmıştır. Avrupa coğrafî bir birimdir, dinî değil. Ve birleşmiş bir ümmet olma rüyalarına rağmen (ve farklı kültürlerden olsalar da pek çok Müslümanın sahip olduğu gerçek kardeşlik hislerine rağmen) gerçekte “Müslüman Dünya” son derece dağınık bir yapı arz etmekte.
Dolayısıyla diyalogdan bahsederken zorunlu olarak kimlerin, kim adına diyaloğa girdiğini de belirlememiz gerekmez mi? Bu meselenin çok da fazla dikkate alınmadığı anlaşılıyor. “Avrupa ve Müslüman Dünya” arasındaki diyalogdan kastedilen hükümetlerin diyaloğu mu? Peki ya dinî liderlerin rolü ne bu diyalogda? Bu ülkeler arasında bir diyalog mu? Yoksa dinler ya da medeniyetler arasında bir diyalogdan mı söz ediyoruz?
Bir diyalog arzusu ve ihtiyacı güçlü bir şekilde hissediliyor bugün. Ne var ki bu diyalog -hangi formda olursa olsun- iltifatların ve inceliklerin karşılıklı iletilmesi ile sınırlı kalmamalı ve sadece “profesyonel diyalogcular” arasında olmamalı. Böyle bir girişim gerçek sorunları açıkça ortaya koymalı. Tüm farklılıkların ortadan kaldırılması gerekmez elbette; hem bu mümkün de değildir. Ama mümkün mertebe barışçıl bir ortam yaratmaya yarayacak kadar yakınlaşılabilir.
Avrupa açısından başarılı bir diyaloğun anahtarlarından biri Batı’da yaşayan Müslümanlardır. Zira bu insanların hayat tarzı İslam’ın ve onun günlük yaşantısının ne olduğu konusunda Avrupalıların ulaşabileceği en yakın kaynaktır. Ne yazık ki medyada bu yön hep göz ardı ediliyor. Şu ana kadar, genç ve daha iyi eğitim almış Müslümanlar gelecek için bir umut verse de, Batı’daki Müslüman topluluklar bu görevi yerine getirebilecek derecede donanımlı olamadılar. Ayrıca, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar da Avrupa ile ilişkilerinde kimliklerini nasıl oluşturacakları hususunda kararsızlar ve bu hususta bölünmüş durumdalar. Önümüzdeki yıllar ve hatta on yıllarda bu konuda Müslümanlar kendi içlerinde zor bir süreçten geçeceğe benziyor. Neticenin Avrupa ve Müslüman Dünya arasındaki ilişkileri etkileyeceğinden şüpheniz olmasın.

Paylaş Tavsiye Et
Yazara ait diğer yazılar
Jean François Mayer