GENELDE modernizmin özelde oryantalizmin, Müslümanların ihtiyaç hissetmedikleri ve çözmek zorunda olmadıkları sıkıntılarını çözme fikri İslam düşünce dünyasında yalnızca bir enkaz bıraktı. Hıristiyan ortodoksinin ve skolastik felsefenin özgün düşünce üzerindeki tahakkümü sanki İslam dininde aynen varmış gibi 18’inci yüzyıldan itibaren Müslüman toplumlara dayatıldı. Batının kilise ile çetrefilli çatışmasının tabii bir sonucu olarak, tabanda geniş kesimlerin işbirliğiyle doğan ve tepede din, devlet ve onun kurucu unsurlarını dönüştüren sekülerleşme felsefesi ve laisizm, modernleşme ve Batılılaşma dönemlerinde Müslüman toplumların aynen ithal etmek zorunda olduğu bir model gibi algılanmaya başlandı. Bu süreçte İslam düşüncesinin modernleşme karşısında felsefe üretebilecek epistemolojik ve kültürel araçlardan kendisini yoksun hissetmesi ve Batı’nın geçirdiği evreleri aynen geçirme hülyasına kapılması neticesinde modernizmin aygıtları aynen ithal edilmeye ve sosyal kesimlere yukarıdan aşağıya doğru aşama aşama empoze edilmeye girişildi. Bu bağlamda Batı kültürünün temel değerleri ve dünya görüşü Doğu toplumlarına giydirilmeye çalışıldı. İslam toplumlarında Batı’nın meydan okumalarına karşı kapsayıcı ve kuşatıcı ortak bir uzlaşı olmayınca, birbirine muhalif çok taraflı fikrî hareketler Müslümanların “özgün model üretme” refleksini akamete uğrattı. Batı’nın kendi içinde çelişkili din anlayışı ile çatışarak zafer kazanan seküler felsefesi ve onun kurumları İslam toplumlarında aynen inşa edilmeye girişilince, başta Osmanlı olmak üzere birçok İslam devletinde yaşanan kriz daha da derinleşti. Bu dayatmacı sekülerleşme sonucunda İslam toplumlarının elitleri çözüldü ve Müslümanların zihin dünyasında izleri hâlâ süren özgüven bunalımı ortaya çıktı.
Bu bunalımın Osmanlı aydınının zihin dünyasında yol açtığı travma Batıcı-modernist eliti daha radikal biçimde edilgenleştirirken, seküler meydan okumalara karşı dinle ve toplumla çatışma uğruna “teknikte üstün” olanı taklit ederek çözüm üretmeye yöneltti. 18’inci yüzyılın başlarında III. Selim ve II. Mahmut’la askeriye ve kılık kıyafette başlayan modernleşme ve reform hareketleri, Cumhuriyet’le birlikte “muasır medeniyetler seviyesine çıkma” ilkesiyle devletin bütün kurumlarına yansıdı. Osmanlı’da ve Cumhuriyet döneminde tepeden giydirilmek istenen elbise sadece devlet ile halk arasında gerilimi artırmakla kalmadı; Osmanlı’dan beri süregelen devlet-halk paktını da çözdü. Oysa İslam ve Osmanlı geleneğinde din-devlet ikilemi anlayışı yoktu; din-devlet bileşimi doğal, olağan bir biçim olarak görülürdü. İkisinin birbirinden ayrılması ya da ikisinin kendine buyruk birer yetkili olması gibi bir görüş gündeme gelmemişti. On asırdır Anadolu topraklarında, özünde İslam’ın evrensel ilkelerinde neşv-ü nemâ bulan içselleştirici Osmanlı kültürüyle hayatını sürdüren geniş toplum kesimleri bir anda Batı’nın seküler felsefesi ve dünya görüşünden mülhem kurumlarla idare edilmeye başlayınca dinden yana tavır aldı ve devlete karşı güçlü mukavemet alanları doğdu. Bu direnç alanları merkeze uzak her yerde kökleşti; modernleşen, Batılılaşan ve seküler felsefe ışığında dönüşen devletin karşısında dine özgürlük alanı açmaya çalışan sivil inisiyatifler olarak ortaya çıktı. Batı’da tabandan başlayan ve tepeyi dönüştüren modernleşme Türkiye’de tam aksine tepeden başladı; fakat hiçbir zaman geniş toplumsal taban bulamadı. Yani laiklik ilkesi devlet tarafından benimsendi; fakat onun toplumsal yansıması olan sekülerleşmeye, yani algılamanın, düşünce ve kanaatlerin dünyevîleşmesine ve dine dayandırılmayan bir ahlak anlayışına karşı Müslüman halkta direnç alanları doğurdu. Türkiye’de laiklik temelli homojen ve üniter toplum mühendisliği projesi, toplumsallaşmayı, toplumsal farklılaşmayı ve eleştirel akılcılığı inşa edemediği gibi özünde İslamî akide ve pratikle bağdaşmayan sekülerleşmeyi de getiremedi.
AB ile Tarihî Hesaplaşma: AB Sekülerleştirir mi?
Peki Türkiye modernleşme modelinin kurucusu AB’ye üye olduğu ya da onun bir parçası haline geldiği zaman sekülerleşme/dünyevileşme toplumun geniş kesimlerince benimsenir mi? Üyesi olmaya can atılan AB’nin Türkiye’yi dönüştürme potansiyeli nedir? Türkiye’yi alırlar/almazlar çerçevesinde, “tarihî derinlikten” yoksun, “medeniyet ve kültür perspektifini” göz ardı eden ve müreffeh bir yaşamı arzu eden halka yalnızca ekonomik yönleriyle aksettirilen AB tartışmaları eziklik psikolojisiyle sürdürüldükçe, modern seküler değerlerin ilk anda sosyal taban bulmasının zor olmayacağı söylenebilir. Kendisini dışlanmış, alçalmış hisseden geniş kesimler üzerinde büyük etkisi olan ve onların desteği ile iktidara gelen siyasal partinin kamuoyu önünde tartışmadan ve sorgulamaksızın AB yolunda attığı adımlara bakılırsa, toplumsal psikolojinin bundan nasıl etkileneceği görülecektir. Buna yukarıda sözü edilen tarihî perspektifin analizi de eklenirse, AB yoluyla toplumun bilinçaltına nüfuz eden şeyin modern seküler değerler olacağı ortadadır. Böylece sonuçta, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Osmanlı kurumları ve değerleri ile bir anda tarihî bağların kesilişi gibi, bu topraklarda on asırdır yaşayan Türklerin dinî mirasları ve sergiledikleri duruş ile de bir kopukluk yaşanabilir. Günümüzde konjonktürel gerekçeler Türkiye’nin AB’ye üyeliğini hiç olmadığı kadar hayatî önemi haiz kılabilir ve belki de üyelik meselesi Türk devletinin tarihteki varlık mücadelesinin önemli halkalarından biridir. Fakat, Türkiye’nin AB içinde veya dışında var olabilmesi ancak kendi tarihî, kültürel ve özgün değerleriyle mümkündür. Bu yalnızca Müslüman Türkiye için değil; 11 Eylül sonrasında İslam Dünyası’nı karşısına alan ABD’ye kıyasla İslam Dünyası ile daha sağlıklı ilişki kurmaya çalışan AB için de faydalı bir yoldur. Çünkü Avrupa merkezli modern bakış açısı kendisi dışındaki medeniyetleri ve kültürleri aşağılayarak, yok sayarak, ötekileştirerek küresel güç olamayacağını anlamış bulunmaktadır. Bu bakımdan Avrupa’nın geleceği İslam Dünyası’yla geliştirdiği ilişkinin niteliğiyle de bağlantılıdır ve bu nedenle Müslüman bir Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Eğer Avrupa Türkiye’yle ilişkilerinde başarısız olursa, İslam Dünyası’yla ilişkilerinde de başarısız olur. Max Weber’in “dünyanın dinsel büyüsünden arındırılması” şeklinde formüle ettiği Aydınlanmacı ve dönüştürücü bakış açısı Hıristiyanlığın tarihî seyri içinde bir anlam ifade edebilir; fakat skolastik felsefe tecrübesini yaşamamış olan İslam dini açısından anlamsızdır. Bu bağlamda AB ile Türkiye’nin tarihî buluşması, ister AB içinde ister dışında olsun, aslında Türkiye merkezli olmak durumundadır. Ekonomi terimleriyle ifade edersek, Türkiye’ye endeksli AB-Türkiye ilişkisinde, halkının tamamı sekülerleşmiş bir Türkiye’nin AB’ye sunacağı “katma değer”, onun Müslüman kimliğinin ve bilincinin sunacağı “katma değer”den daha fazla değildir.
Netice itibariyle bugün, Osmanlı’dan günümüze süregelen modernleşme ve Avrupa ile yüzleşme serüveninde Osmanlı elitlerinin düştüğü özgüven bunalımını aşabilecek donanıma sahibiz. Bunu görüp potansiyelimizi harekete geçirdiğimiz ve özgün kimliğimizi ortaya koyduğumuz oranda AB’nin bizi dönüştürmesi ve köksüzleştirmesi imkansızlaşacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et