Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
AB dış politikası ve İslam Dünyası
M. Akif Kayapınar
“AVRUPA Birliği bir devlet değildir” diye yazardı herhalde Hegel bugün yaşıyor olsaydı. Tıpkı 1802’de Alman Anayasası’nın girişinde yazdığı gibi: “Almanya artık bir devlet değildir!” Hegel’i bu şekilde düşünmeye sevk eden şey gerek Alman İmparatorluğu’nu oluşturan ve dağınık bir yapı arz eden siyasi birimlerin ve gerekse de halkın ortak hareket etme bilincinden yoksun oluşlarıydı. Kolektif eylem bilinci olmadıktan sonra bir yapıyı, adı ne olursa olsun, devlet olarak tanımlamak bir hataydı büyük filozofa göre.
Aynı problem bugün Avrupa ölçeğinde, özellikle de dış politika yapımında yaşanmakta. Küresel devlet ile ulus-devlet arasında bir “bölgesel devlet” ideali üzerine bina edilen AB, dış politika ve güvenlik alanlarında henüz ulus-devlet yapılanmasını aşabilmiş değil. Bundan sonra da aşabileceği şüpheli. Zira Alan Milward’ın ifadesiyle “daha başında AB’yi vücuda getiren en temel unsur, başta Almanya’yı kontrol altına almak isteyen Fransa’nınki olmak üzere, ulus-devlet merkezli politikalardı.” AB halen, özerk bir birim olarak kendini tanımlama ve üye ülkelerin birliğe entegrasyonunu kolaylaştıracak kurum ve mekanizmaları oluşturma ve güçlendirme sürecinden çıkamadı. Bu bağlamda her ne kadar AB’nin 1992’de Maastricht Anlaşması ile yürürlüğe giren “Ortak Güvenlik ve Dış Politika” programı varsa da bu konuda yeterli bir mesafe alındığı söylenemez. Nitekim programın hayata geçirilmesinin hemen akabinde patlak veren Yugoslavya krizinde Avrupa’nın gösterdiği acziyet ve Amerikan müdahalesine duyulan gereksinim daha en baştan bu yöndeki beklentileri boşa çıkardı. Ulus-devlet aidiyetini aşamamanın yanı sıra, dış politikada ortak ve belirleyici bir tavır alınamamasının bir diğer önemli nedeni AB’nin şu ana kadar üstesinden gelemediği bu güvenlik açığı. Zira askerî güç ile arkalanmayan bir diplomasi özellikle ABD gibi militarist bir devletin karşısında fazla bir anlam ifade etmiyor.
Ne var ki son yıllarda bazı Avrupalı devletlerin ekonomi ve meşruiyet temelli bir diplomasiyi hayata geçirmeye çalıştığı görülüyor. Bu yaklaşımın ayrıntılarına girmeden önce, güvenlik ve dış politikadaki bu çok başlılık nedeniyle AB’nin yek vücut bir yapı olarak görülmemesi gerektiğini ifade etmemiz lazım. İngiltere Atlantik eksenli bir güvenlik ve dış politika söylemini savunurken, Fransa bu yaklaşımın tamamen karşısında. Almanya ise bu iki uç arasında gidip gelmekte. Dolayısıyla Avrupa denildiğinde çoğu zaman İngiltere’nin, bazen de Almanya’nın dışarıda kaldığı birtakım önemli Avrupalı devletler akla gelmeli.
Ulus-devlet ötesi yapılanmanın en başarılı örneği kabul edilen AB bile halen dış politika konusunda ciddi problemler yaşıyorsa bir siyasi birim olarak İslam Dünyası’ndan ve onun dış politikasından bahsetmek, en azından bugün için, abes olsa gerek. Dolayısıyla İslam Dünyası tabirini de halkı Müslüman olan bazı ülkeler şeklinde yumuşatmamız doğru olacak. Zira bölgesel düzlemde bu tabir Kuzey Afrika, Güneybatı Asya (Orta Doğu), Kafkasya, Orta Asya ve Güneydoğu Asya’dan oluşan çok büyük bir coğrafyayı kapsıyor. Bu kadar geniş bir coğrafyaya yönelik anlamlı bir dış politika çizgisine rastlamak mümkün değil elbette. Dolayısıyla Avrupa’nın İslam Dünyası’na yönelik dış politikasını coğrafî yakınlığından dolayı Kuzey Afrika ve Güneybatı Asya ölçeğinde ele almak makul görünüyor.
AB ve İslam Dünyası kavramları bu şekilde tanımlandıktan sonra, Avrupa’nın İslam coğrafyasına yönelik dış politikası üç boyutta incelenebilir: Ticaret, Güvenlik ve Türkiye. Türkiye konusu başka yazılarda daha geniş şekilde işlendiği için burada sadece ilişkilerin ticaret ve güvenlik boyutuna dikkat çekeceğiz.
 
Ticaret
Uzak geçmişi bir tarafa bırakırsak, Avrupa’nın İslam ülkeleri ile ilişkisi büyük oranda bu toprakları sömürgeleştirmesiyle başladı. Geride kalmış gibi görünen bu dönemin günümüz gelişmeleri üzerindeki belirleyicilik vasfı inkar edilemez. Hiçbir tabiî, tarihi ve kültürel unsur göz önüne alınmaksızın masa başında çizilen sınırlar, bozulan geleneksel siyasi kültür ve elit yapılanması ve yukarıdan empoze edilen zihniyet değişimi bugün bölgeyi etkisi altına alan sonu gelmez gerilimlerin ve istikrarsızlığın kaynağını oluşturur. Günümüzde bile bölge halkının Avrupa’ya bakışındaki “kolektif bilinçdışı”nı bu sömürgecilik mirası teşkil eder.
1950’lerde bölgedeki baskın siyasî ve askerî varlığını Amerika’ya devreden Avrupa bölgeye olan ilgisini ticaret ile sınırlandırmak zorunda kaldı. Soğuk Savaş’ın sonuna dek de bölgede Amerika’ya bağımlı bir dış politika izledi. Özellikle petrolün düzenli bir biçimde ve makul bir fiyat aralığında arzı Amerika’nın ve Avrupa’nın ortak çıkarı olduğu için bu bağımlılık fazla problem olmadı. Soğuk Savaş’ın bitmesi ise Avrupa’nın dış politikada ve güvenlik alanında özerkleşme isteğini ve imkanını artırdı.
Tükettiği petrolün yarıdan fazlasını Orta Doğu ve Afrika’dan ithal eden Avrupa’nın Orta Doğu’daki petrole bağımlılığı Amerika’nınkinin yaklaşık iki katı. Dolayısıyla enerji söz konusu olduğunda bölge Avrupa için vazgeçilmez bir öneme sahip. Petrolün yanı sıra, bölgenin gelişmekte olan pazarı da Avrupa’nın bölgeye olan ilgisini bir hayli artırıyor. Zira pek çok açıdan doymuş pazarlara sahip Avrupa kapitalist ekonomisinin dış pazarlara olan ihtiyacı bugün her zamankinden daha fazla. Halen Avrupa Birliği’nin Orta Doğu marketinde Amerika’nın üç misli ağırlığı var. 1995’te yürürlüğe giren ve “Barselona Süreci” olarak bilinen Avrupa-Orta Doğu İşbirliği süreci de, yavaş da olsa, ticari ilişkilerin artırılmasını öngörüyor. Bugün AB’nin imzalamış olduğu 35 tane ikili ticaret anlaşmasının 13’ü bölge ülkeleriyle yapılmış. Artan ilişkiler bağlamında bazı petrol üretici ülkelerin dolardan euroya geçmeyi planladıkları spekülasyonları bile yapılıyor. Avrupa’nın bölgeye olan ilgisinin bir üçüncü nedeni de coğrafî yakınlık. Dolayısıyla Amerika’ya karşı Avrupa’nın, kendi doğal etki alanı içinde gördüğü bölgeyi tamamen Amerika’nın kontrolüne bırakmak gibi bir niyeti yok. Ne var ki Amerika’ya karşı Avrupa’nın askerî ve siyasî sahada meydan okuması imkansız. Nitekim Avrupalılar da Amerika’ya karşı, özellikle son yıllarda artan bir şekilde, tek etkin silahları olan ticareti kullanıyorlar. Pek çok Avrupa ülkesi Amerika’nın ambargo koyduğu bölge ülkeleriyle ticaret yapmaktan geri durmuyor. Mesela Amerika tarafından uluslararası toplumun dışına itilmiş İran’ın İtalya ve Fransa ile son derece ileri diplomatik ve ticari ilişkileri mevcut. Daha geçtiğimiz aylarda Avrupa, Suriye ile yeni bir ikili ticaret anlaşması imzaladı. Suriye’ye karşı Amerika’nın yaptırımları sıkılaştırdığı bir dönemde yapılan bu anlaşmayı uzmanlar Avrupa’nın Amerika’ya gönderdiği açık bir mesaj olarak yorumluyor. Zira Avrupa Birliği’nin Suriye ile olan ticaret hacmi tüm bölge ile olan ticaret hacminin sadece %3’ünü teşkil ediyor. Böyle hassas bir zamanda böyle küçük bir ülke ile yapılan ticaret anlaşması mesaj olmanın ötesinde fazla bir anlam ifade etmiyor.
 
Güvenlik
Her ne kadar Avrupa kendi iç meseleleriyle meşgulse de, petrol ve artan ticaret nedeniyle bölgenin istikrar ve güvenliği Avrupa’nın gündeminde baş sıralarda bulunuyor. Geçmişte olduğu gibi, herhangi bir istikrarsızlık durumunda Avrupa’ya yönelecek olası bir göç dalgası da Avrupa’nın bölgeye olan ilgisini pekiştiriyor. Tüm bunların ötesinde aslında Avrupa’nın artık kendini İslam Dünyası’ndan soyutlayabilmesi mümkün değil. Çünkü 15 milyonluk dinamik bir Müslüman nüfusuyla Avrupa aslında küçük bir İslam Dünyası’nı bünyesinde barındırıyor. Dolayısıyla Avrupa’nın İslam Dünyası ile ilişkileri kendi evinde başlıyor. Ne var ki güvenlik konusunda Avrupa’nın Amerika ile aşık atabilmesi yakın gelecekte pek mümkün değil. Bununla birlikte Avrupa’nın Amerika’ya karşı meşruiyet ve ticaret temelli bir diplomasi yürütmeye çalıştığı ortada. Örneğin BM Güvenlik Kurulu’nda İsrail aleyhine oylamaya açılan her kararda, Amerika’nın İsrailci tutumuna karşı, Avrupalı ülkeler ya kararı destekliyor ya da çekimser kalıyor. Bunun ötesinde Avrupa’nın Filistin yönetimine yönelik maddi yardımları da mevcut. Fakat tüm bunlara rağmen Avrupa’nın İsrail-Filistin meselesinde yeterince söz sahibi olduğu söylenemez. Amerika’ya rağmen Avrupa’nın bu konuda bir gelişme kaydedebilmesi pek muhtemel görünmüyor. Avrupa’nın güttüğü meşruiyet temelli diplomasinin belki en güçlü ve son örneğini Irak Savaşı sürecinde “eski” Avrupa’nın takındığı tavır oluşturdu. Bu kanalla Avrupa, Amerika’nın meşruiyetten yoksun bir kaba güç ile giriştiği politikaların hiçbir şekilde tasvip görmeyeceğini açıkça ilan etti. Dahası, böyle bir diplomasi son derece başarılıydı ve meşruiyet açığının Amerika’nın tahmininden çok daha önemli olduğu savaş sonrası süreçte ortaya çıktı. Avrupa’nın takındığı bu tavır Türkiye gibi bölgesel güçlerin manevra alanını da genişletmiş oldu. Avrupa’nın, bölgeye yönelik müdahalelerin Amerika’nın değil de BM’nin kontrolünde yapılmasını istemesi elbette ki Avrupalıların hak ve hukuka Amerikalılardan daha düşkün olduğunun bir göstergesi değil. Ne var ki böyle bir yaklaşım şu anda Avrupa’nın menfaatlerini koruyabilmesinin en etkin yolu. Zira veto hakkı olan Fransa’nın bulunduğu BM Güvenlik Konseyi eliyle olayları idare etmek, Amerika’nın sahip olduğu muazzam askeri üstünlüğü anlamsız kılıyor. Avrupa ile Amerika söz sahibi olma noktasında eşit duruma geliyorlar. Bu kartı gören Amerika’nın, savaşın ertesinde Avrupa’nın istediği gibi bölgeye yönelik gelişmelerde BM’yi değil de NATO’yu devreye sokması Amerika’nın bir karşı hamlesi olarak okunabilir. Bu süreç içerisinde de Fransa ile Almanya’nın da birbirlerinden uzaklaştıkları gözden kaçmamalı.

Paylaş Tavsiye Et