Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Sinemada milliyet unsuru
İhsan Kabil
SİNEMANIN yeryüzünde neşet etmesinden itibaren belli bir aidiyet insiyakiyle film çeken yönetmenler, özellikle siyasî temalı filmlerde vatan duygularına bigâne kalmamış; ‘kendi’lerini değişik yaklaşımlarla perdeye yansıtmışlardır. Farklı rejimlerde yapılan filmler, değişik dozlarda bir milliyet hissiyatıyla sarmalanmış, ilk bakışta öyle davranıyor görünmese dahi, içten içe öznel bir ruh hali sergileyerek daha sonra “ülke sineması” tanımına dönüşecek kavramlaştırmanın normatif örneklerini ortaya koymuşlardır.
Milliyet, milliyetçilik ve dahi ırkçılık, bu en kitlesel ve kitleleri harekete geçirip dalgalandırmaya muktedir sanat dalında daima temsil bulmuştur. Özellikle karışık ve olağanüstü hal dönemlerinde, siyasî iktidarın da inisiyatifiyle dolaylı-dolaysız bir propaganda gücü olarak kullanılmıştır. Kapitalist toplumlarda siyasî rejimin sahipleri konumundaki sermaye çevreleri, sosyalist ve otokratik rejimlerde hakim ideolojik gücü idame ettiren devlet aygıtı ortak bir sağduyu meydana getirmek anlamında halkı en tesirli bir biçimde yönlendirebilme yetisine sahip sanat dili olan sinemayı aktif bir saha olarak görmüşlerdir. Amerika’nın en büyük yönetmenlerinden olan, sinema dilinin oluşumunda büyük katkısı bulunan ve Amerikan sinemasının kurucu isimlerinden sayılan David W. Griffith, 1916’da çekmiş olduğu Birth of a Nation (Bir Ulusun Doğuşu) filminde, Amerika’nın kuruluşunu safhalar halinde anlatmasıyla bir dönem filmi, epik bir film meydana getirmiştir. Olayların birbirine bağlanmasından, imgelerin farklı bir mantığa göre düzenlenmesinden ve birbiriyle iliştirilmesinden meydana gelen kurgunun gelişiminde önemli bir kilometre taşı sayılan film (aynı anda değişik mekanlarda gelişen olayları birbiri peşi sıra göstermek demek olan paralel kurgunun ilk önemli denemelerinden), toplumun inşasında milliyet bağını değişik bir platforma taşıyarak, Ku Klux Klan’ın varlığını bu inşada önemli bir faktör olarak ele almasıyla ırkçı bir kimliğe uzanabilmiştir. Milliyete olan bağlılıkla ırk konusundaki tarafgirliğe varan ince yol, insanın yeryüzündeki varlığına dair bir değerin, abartıldığında nelere varabileceğinin çok iyi bir göstergesi olarak tezahür etmektedir. Son dönem Amerikan sinemasından çıkan temsil niteliğinde bir örnek, Tony Scott’un 1986’da yaptığı Top Gun olmuştur. Amerikan Hava Kuvvetleri’nde yeni mezun pilotların, hayalî bir Sovyet tehdidine karşı müteyakkız hallerini perdeye getiren filmin sinema anlatımı, oluşturduğu heyecan dalgasıyla üçüncü dünya ülkelerinin genç seyircisinin duygularını, kendine tezahürat yapacak şekilde harekete geçirmiştir.
Destansı Alman sinemasının önemli eserlerinden olan ve Tötonlar devrinden bir efsaneyi perdeye taşıyan Fritz Lang’ın 1924 yapımı ‘Niebelungen: Siegfried’in Ölümü’, derin Alman ruhunun yeniden diriltilmesi yolunda, savaştan yenik çıkan Almanya’nın psikolojik bir moral desteğe ve millî bir birliğe kavuşmasında önemli bir film sayılır. Tarihin, tarihî kurdelelerin, dönem filmlerinin, tarih duygusunun, epik anlatımın, millîliğin önemli bir zemini olduğu; zengin kostüm kullanımı ve mekan düzenlemesiyle sinema çevrelerinin millî unsuru kullanmasında öne çıkan bir özellik olduğu gözlemlenmektedir. Sosyalist sinemanın en büyük isimlerinden sayılan, 1925’te çektiği ve sinema eleştirmenlerince her on yılda bir yapılan ‘bütün zamanların en iyi filmi’ değerlendirmelerinde en tepeye oturan, özel kotarılan kurgu işlemiyle montaj teorisinin temel eseri sayılan Potemkin Zırhlısı’nın yönetmeni Eisenstein’ın 1938’te çektiği Alexander Nevski, bu sosyalist sanat kuramcısının elinden çıkan Rus milliyetçisi bir film olarak vücut bulur. Film, yaklaşmakta olan Alman tehdidine karşı Rus tarihinden bir kesite değinerek, Rusların İsveç savaşçılarına karşı verdiği “destansı” mücadeleyi neredeyse şairane bir dille aktarır. Aynı Eisenstein, yeni fikir yatağındaki tavrını, 1941’de (savaş sürerken) yaptığı Korkunç İvan’da da sürdürecektir. Filmlerinde manevî temayı başat olarak ele alan, maddiyatçı dünyaya karşı metafizik alemin değerlerini öne süren ve gerçekliği katmanlı olarak işleyen Andrey Tarkovski bile, 1966 yapımı yine tarihî bir epik olan Andrey Rublyov’da, Kazan’a karşı tahkir edici bir tavır sergiler. Dolayısıyla milliyet veya asabiyet unsuru, belki de düşündüğümüzden çok güçlü bir biçimde, evrensel manada insanî değerleri savunan ve öne çıkaran sanatçı ve düşünürlerin şuuraltı dünyalarını işgal etmiş durumdadır.
Avrupa sinemasına baktığımızda, belli bir siyasî anlayışın yükselişi zamanında veya savaş gibi toplumların kendi içlerinde birliklerini oluşturup kenetlenmeye ihtiyaç duydukları dönemlerde millî ruhu yücelten filmlere yönelindiğini görürüz. İngiliz sineması, Almanlara karşı verilen mücadeleyi, vatanseverliği yüksek bir tonda yansıtan pek çok film ile beyaz perdeye taşırken, görece geç bir tarih olan 1957’de David Lean, Kwai Köprüsü’yle Japonlara esir düşen bir İngiliz taburunun, “asil” direnişini, bir albayın temsilinde duygusal dozu yüksek bir estetikle verir. Almanya, “yükselen yeni değer”ini özellikle ırk unsuruna dayandırarak, bir kadın sinemacı olan Leni Riefenstahl’ın görkemli belgeselleriyle aksettirmeyi tercih eder. Riefenstahl, İnancın Zaferi (1932), İradenin Zaferi (1935) ve Olimpiyat (1938) adlı çalışmalarında, üstün olarak addedilen Alman ırkının fizikî varlığa dayanan siluetini son derece estetize edilmiş bir görüntü diliyle görselleştirir. Aynı biçimde İtalyan sineması, Mussolini’nin yükseliş yıllarında, “muhteşem” geçmişe dönerek Roma İmparatorluğu dönemini konu alan büyük prodüksiyonlar gerçekleştirir. Ancak aynı sinemadan 1977’de, yine o sinemanın en önemli yönetmenlerinden Ettore Scola’nın elinden, Mussolini’nin iktidara yürüyüşünü ince mizahî bir dille eleştiren ve baştan sona milliyetçi söylem karşıtı bir film olan Özel Bir Gün çıkar. Scola, filminde, bir kitle hareketi olarak gelişen faşizmi karikatürize ederek, böylesi toptancı veya totaliter bir rejimin insan tekini nasıl baskı altına aldığını, bireye ait dünyanın bütüne dair bir ideolojik ruh adına nasıl daraltılabildiğini iletir; ancak bunları sergilerken cinsî anlamda aykırı bir tablo da ortaya koyar.
Türk sinemasına göz attığımızda, Muhsin Ertuğrul’un 1932’de çektiği Bir Millet Uyanıyor’da, Millî Mücadele döneminde Anadolu’da ortaya konan fedakarlığın millî bir şuur hareketi olarak gelişmesine tanıklık ederiz. Siyasî bir söylem olarak milliyetçiliğin vücut bulduğu tek film olarak kabul edilen, Mehmet Kılıç’ın 1979’da çektiği Güneş Ne Zaman Doğacak? adlı çalışması, Rusya’dan kaçan bir Türk aydınının Türkiye’de yaşadıklarını, millî beraberliğin tesis edilemediğini, sağ ve sol gibi uç siyasî görüşlere sahip gençlerin bazı karanlık güçler tarafından nasıl sokakta birbirine kırdırıldığını dile getirir.
Sinemada da olsa bir görüşün hak ettiği bağlamdan farklı bir konuma yükseltilmesi, ‘izm’leştirilerek fıtrata ters bir zemine oturtulması neticesinde aslında nasıl insan karşıtı bir düzlem meydana getirildiği, güya toplum adına bir ideoloji ortaya koyma iddiasının nasıl yıkıcı bir tavra dönüşebildiği milliyet unsurunun mübalağalı bir noktaya taşınmasında açıkça gözlemlenebilir.

Paylaş Tavsiye Et