Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Atlanta: Ölünecek bir yer!
Kemal Sayar
AMERİKAN Psikiyatri Birliği’nin kongresi her yıl ABD ve dünyadan yaklaşık yirmi bin profesyonel insanı ağırlar. Bu kongrede yok yoktur; her konu, işin erbabı tarafından uzun uzadıya tartışılır. Bu yıl Atlanta’da yapılan kongre, insanı yerinden fırlatacak ölçüde güzel konuşmalara tanıklık etmedi; ama psikiyatri biliminin aldığı yol ve tuttuğu yönle ilgili, kayda değer ipuçları verdi. Bunlardan benim süzebildiğim şu: Amerikan Ruh Sağlığı Kurumu genetik araştırmalara ve sinir bilimlerine (neuroscience) iyiden iyiye yüklenerek ruhsal rahatsızlıkların oluşumunda belirleyici rol oynayan etkenleri ortaya çıkarmak istiyor. Biyolojik paradigma psikiyatriye iyiden iyiye damgasını vurmuş; önde gelen kuramcıların neredeyse tamamı artık laboratuarlarda bilgi üretmeye sıvanmış durumdalar. Klinisyenlerin laboratuarlara kaymalarının en temel nedeni, para musluklarını ellerinde tutan güçlerin, kaynakları artık buralara akıtıyor olması. Ne var ki bilim adamları ABD’de sadece saf ve temiz bir bilimsel çabayla çalışmıyor; çoğu daha fazla para ayrılan bir araştırma alanında çalışarak büyük bütçelerden yüksek maaşlar kazanmak istiyor. “Marifet iltifata tâbidir” sözü fehvasınca, yaptıkları yayın ve aldıkları atıf oranında hükmettikleri araştırma bütçeleri de büyüyor. Bu elbette Türkiye’deki durumla büyük bir tezat teşkil ediyor: Türkiye’de bilim adamı payesi almak, çok sayıda istisnası olmakla birlikte, yaptığınız akademik çalışmalardan çok belirli ideolojik angajmanlarla mümkün olabiliyor. Bu yüzden hiçbir ciddi bilimsel eser ortaya koyamamış binlerce öğretim üyesi, bu milletin ödediği vergilerden maaş almaya devam ediyor. Türkiye’de üniversiteler kasıtlı bir biçimde ideolojik bir savaşın merkezindeymiş gibi gösteriliyor. Oturup bilim üretemeyen, yazı yazamayan, sorgulayan bir kafaya sahip olmadığı gibi, sorgulayan kafalar yetiştirmeyi de zül sayan bağnazlar güruhu; kabahatlerini nedense aşırı milliyetçi ve statükocu söylemlerle gizleme cihetine gidiyorlar. Bense bir yerde ideoloji bezirganlığına soyunmuş birisi varsa, hemen uluslararası endekslere girip, bu adamın dünya literatürüne hediye ettiği kaç yayın var, ona bakıyorum. Ne görüyorum dersiniz? Bu “vatanperver”(!) bezirgan, uzun yıllar boyu akademik uykuya yatmış, bizim vergilerimizden beslenip obezleşmiş; ama vatanı milleti koruyup kollayayım derken nedense eli akademik makale yazımına gitmemiş.
Bizim üniversitelerimiz gayya kuyusudur. Herkes birbiriyle itişir, bubi tuzakları kurar. Çünkü akademik ilerleme için değişmez ve kesin ölçüler yoktur; ideolojik ittifaklar sizi mesleğin tepelerine taşımaya yeter. Nevrotik bir itiş kakış içinde debelenirken bilginin insana sunabileceği bilgelik es geçilir. Dünyanın dört bir yanında çalışmalarına hayranlık duyduğum pek çok bilim adamını dinledim. Onları birleştiren özellik şuydu: Bilimle uğraşmak, onlara bir ruh inceliği, bir tevazu, öğrenme yolunda büyük bir iştiyak bağışlamıştı. O yüzden sizden ilginç bir cümle sadır olduğunda, nereden geldiğinize, kim olduğunuza bakmaksızın size kulak kesilip sizden bir şeyler öğrenmek isteyebilirlerdi. Hayata bilgece bir bakış, çalıştığı alanın zaaf ve sorunlarının farkında oluş, bilginin felsefi altyapısıyla ilgili sorunlara ve epistemolojiye vukufiyet; hatta kendisiyle dalga geçebilmek... Bu özellikleri gösteren pek çok Türk bilim adamı da var, ama üniversitelerimizde onların çoğunlukta olduklarını söylemek mümkün değil. Üniversiteleri resmî ideolojilerin karargâhı olarak gören anlayışlar, ülkelerine kötülük ediyor. Tam aksine üniversite çıngar çıkaran yer olmalıdır; alternatif düşünebilen insanları bünyesinde barındırmalı ve yaratıcı düşünceyi her ne pahasına olursa olsun himaye etmelidir. Atlanta’da dinlediğim bazı bilim adamları bana bütün bunları bir kez daha düşündürdü.
Şehirden nasıl bahsetmeli? Siyah nüfusun ağırlıkta olduğu, insanların merkezde çalışıp banliyölerde yaşadığı, cansız, ruhsuz, renksiz bir şehir; ‘depresif’ bir yer. Turistlere vaat ettiği en önemli iki gösterinin CNN merkezi ve Coca-cola müzesi olduğunu söylemem yeter sanırım. İki yaygın Amerikan malına ev sahipliği yapmakla övünüyor Atlanta. Bir de tabii, Martin Luther King’in şehri. Benim için ilginç olan, Barnes and Noble kitabevinde huzur içinde, kitapları severek ve onlardan uzun okumalar yaparak geçirilen bir yarım gün ve uzaktan uzağa ürkek bir edayla seyrettiğim ve güzelliklerine hayran olduğum siyah yüzleri. Gece vakti herkes gibi ben de onlara fazla sokulmadım, birisi yanıma yaklaşır diye alesta bekledim ama gündüz onları doya doya izledim. Uzak bir kıtadan koparılıp gelmiş ve bu depresif şehirde ataları uzun yıllar kölelik etmeye mecbur bırakılmış; şimdi de vahşi bir sistemin kenara ittiği, adeta kustuğu insanlar... Bir yüzyıl öncesinin Amerikan psikiyatrisinde zalim efendilerden kaçan siyah kölelerin akıl hastası olarak etiketlendiğini, kölelikten kaçışın bir akıl hastalığı olarak adlandırıldığını hiç duymuş muydunuz? Beyaz efendilerin sunduğu nimetleri kadirbilmezlik gösterip reddedenler olsa olsa akıl hastasıdır, vahşidir veya barbardır değil mi ya? Rilke, eşsiz romanı Malte Laurids Brigge’in Notları’na şöyle başlar: “Demek buraya yaşanacak yer diye geliyorlar, burası ölünecek yer deseler daha doğru…”
Atlanta üzerinde gökyüzü siyaha çalıyor; dün plantasyonlarda can veren, bugün uyuşturucuya alıştırılarak suça itilen siyahların âhı, burayı “yaşanacak değil, ölünecek bir yer” kılıyor.

Paylaş Tavsiye Et