BAZEN geçmiş, gelecekteki gelişmelerin önsözü olabiliyor. Kasım ayında Japonya, Güney Kore, Çin ve Moğolistan’ı kapsayan bir Asya-Pasifik seferine çıkan George W. Bush ile Hu Jintao arasında gerçekleşen ve ileriye yönelik güçlü işbirliği mesajları içeren görüşme için de durum böyle. Aralarında siyasî, jeostratejik, ekonomik ve kültürel pek çok ciddi sorun bulunan iki dev gücün yakınlaşma iradesi açısından Mr. President’in ziyareti, 1979’da dışa açılma politikalarının mimarı karizmatik Çinli lider Deng Xiaoping’in ABD’ye gerçekleştirdiği tarihî ziyaret ile başlayan silsilenin de son halkası oldu. İki ülke arasında Soğuk Savaş ortamında bir dönem çok gerilen ilişkilerin normalleşmesini teyit eden anlaşmanın ardından ABD eyaletlerini tura çıkan Deng, Atlanta civarında bir Ford otomobil fabrikasına uğramış ve Çin’in bir yılda ürettiğinden daha fazla otomobili bir ayda üreten bu tesisin önünde şunları söylemişti: “Biz Çinliler olarak ekonomik geri kalmışlığımızı en kısa zamanda gidermeyi ve dünyanın gelişmiş ülkelerini yakalayarak, Çin’i 2000 yılında dünyanın en önemli sanayi güçlerinden biri haline getirmeyi hedefliyoruz; bunun için de sizin tecrübelerinizden yararlanmak, birçok şeyi sizden öğrenmek istiyoruz”.
Çin’in Batı karşısındaki ekonomik zaafının ilk kez açıkça dile getirildiği ve gelecek on yıllar için gelişme vizyonunun çizildiği bu konuşmanın üzerinden yirmi altı yıl geçmesine rağmen, Çin ile gelişmiş ülkeler ve özellikle de ABD arasında ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesi ekseninde kurulan gelişme stratejisi hâlâ işlerlikte. Dış ticaret, teknoloji transferi ve doğrudan sermaye girişi yoluyla modern ve müreffeh bir toplum ortaya çıkarma idealine doğru gidiş artan bir hızla sürüyor. Ancak Çin’in son on yıldaki ekonomik sıçraması, Deng tarafından ifade edilen gelişme idealinin sonuna “Fazlaca gelişip de dünyayı ele geçirmeye çalışmıyoruz” diye rahatlatıcı bir açıklama konmasını da zorunlu hale getirdi. Çin Cumhurbaşkanı Hu’nun birçok uluslararası platformda Çin’in sosyo-ekonomik gelişmesi hiçbir ülke için tehdit oluşturmayacak, aksine küresel barış, istikrar ve refaha katkıda bulunacaktır söylemini tekrarlayıp durmasının sebebi de bu. Bu dev ülkede, imalat sanayindeki patlamaya ve küresel ekonominin büyüme motoru olacak düzeyde dış ticaretin sadece son üç yılda ikiye katlanmasına rağmen, nüfusun yaklaşık üçte birinin hâlâ günde 2 dolardan düşük bir gelirle yaşıyor olması, Çinli liderlerin müreffeh bir toplum yaratma ideali için belirledikleri 2020 hedefinin başarılmasında ABD ile ekonomik ilişkilerin derinleştirilerek devam etmesinin hayatî önemini de ortaya koymakta.
Foreign Affairs dergisinin Eylül/Ekim sayısında Çin-Amerikan ilişkilerinin önemli uzmanlarından Wang Jisi, modernleşme projesinin başarıya ulaşabilmesi için, ABD ile yakın ilişkilerin önemine işaret edip, Washington yönetimi ile kurulacak ‘işbirliğine dayalı ortaklık’ ilişkisinin Pekin nezdindeki hayatiyetini vurguluyor. İki dev güç arasında 11 Eylül sonrası dönemde başlatılan teröre karşı çok yönlü işbirliğinin ikili ilişkilerde bir istikrar unsuru oluşturduğu ve ekonomik alanda gittikçe artan karşılıklı bağımlılık ilişkisinin muhtemel keskin anlaşmazlıkların maliyetini arttırdığı bir gerçek. Ancak özellikle askerî-jeostratejik alandaki (Tayvan gibi) ciddi problem alanları ve Asya-Pasifik’te Çin ile Japonya arasındaki hâkimiyet yarışının yansımaları da göz önüne alındığında, sözü edilen ekonomik ortaklık ilişkisinin ne kadar hassas bir siyasî zeminde seyredeceğini anlamak zor değil. Ayrıca Çin’in artan ekonomik gücünün büyük çaplı askerî yatırımları beraberinde getireceği ve bunun da Asya-Pasifik’te spiral etkisi yaparak, silahlanma eğilimlerini ve çatışma ihtimalini güçlendireceği, Donald Rumsfeld dahil Amerika’daki tüm ‘Çin-karşıtları’ tarafından dile getirilen bir düşünce. Bu bağlamda, Çin’in askerî harcamalarının genel bütçe içinde %10’un üzerinde artmasının, Başkan Hu ve siyasî-askerî elit tarafından ‘barışçı bir yükseliş’ olarak açıklanmaya çalışılması da elbette ki inandırıcı bulunmamakta.
Ancak ekonomik kalkınmanın hâlâ Çin dış politikasının ana unsurunu oluşturduğunu da özellikle vurgulamak gerekiyor. Deng’in izini takip eden Hu, ekonomik açılım ve büyümenin ivmesini arttırmak için son yıllarda proaktif bir tutum takınarak Afrika, Avrupa ve Güney Amerika’yı kapsayan geniş çaplı turlara katıldı ve ekonomik büyümeyi besleyen petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarına ulaşmada izlenen agresif stratejinin de mimarı oldu. Bu arada enerji anlaşmalarına paralel olarak kotarılan askerî işbirliği anlaşmaları, altyapı projeleri ve karşılıklı ticaret sözleşmeleri de Çin ile kurulan ekonomik ilişkilerin kazan-kazan durumu yaratacağı imajını yerleştirmek için kullanıldı. Ancak, Çinli şirketler tarafından birçok ülkede çevreye zarar verilen projelere imza atılması ve Afrika’daki çatışma bölgelerinde silahlı grupların finanse edilmesi de dahil siyasî dozu yüksek müdahalelerde bulunulması hâlâ gelişmekte olan birçok ülkenin Çin ile işbirliğine mesafeli yaklaşması sonucunu doğurmakta.
Bu ortamda, Çin yönetiminin uyguladığı stratejik kur politikası da ABD ticaret açığının büyümesine katkıda bulunması sebebiyle iki yönetim arasında ciddi bir anlaşmazlık kaynağını oluşturuyor. Amerikan yönetiminin baskısı altında yuan ile dolar arasındaki kur çapası geçtiğimiz Temmuz ayında kaldırılmış olsa da, istikrarı koruma adına kur oranlarında sadece belli sınırlar dahilindeki günlük oynamalara izin verilmesi, Çinli ihracatçıların rekabet avantajlarını korurken ticaret eşitsizliğini beslemeye de devam etmekte. Başkan Bush ile görüşmesinde iki ülke arasında ticaret dengesinin tedricen sağlanmasına çalışacağını belirten Hu, Pekin’in ABD’ye karşı elde edilen 200 milyar dolarlık rekor orandaki ticaret fazlasını kısa dönemde kaybetmeye niyetli olmadığının da sinyallerini vermiş oldu. Entelektüel mülkiyet hakları, terörizme karşı tedbirler ve Kuzey Kore’nin nükleer silahlardan arındırılması konularında işbirliğinin artarak devam edeceği belirtildiyse de, sıkça eleştiri konusu yapılan Çin’deki insan hakları ihlalleri ve siyasî-kültürel özgürlüklerin genişletilmesi noktasında üzeri örtülü bir-iki temenniden öteye gidilemedi.
Ekonomik ve askerî-jeostratejik konulara paralel olarak Çin-Amerikan ve daha genel olarak Çin-Batı ilişkilerinin en hassas alanını oluşturan siyasî-kültürel liberalizasyon talepleri, biraz da devlet kontrolündeki kapitalist büyümeyi otoriter bir siyasî alanla birleştirerek istikrarı yakalayan Çin’in ekonomi-politik dengelerini sarsmayı hedefliyor doğal olarak. Piyasa eksenli ekonomi politikalarının er-geç siyasî serbestleşmeyi tetikleyeceğini savunan klasik liberal modernleşme yaklaşımının temellerini çürüten bir şekilde otoriter kalkınma rejimini giderek sertleştiren Çin, Hu’nun 2002 yılında Komünist Parti’nin başına geçmesinden bu yana siyasî alanı ve kültürel-dinî özgürlükleri daha da daraltan bir yaklaşımı benimsemekten kaçınmadı. Bu anlamda Başkan Bush’un Pekin’de özenle seçilen Protestan bir kilisede Pazar ayinine katılması ya da Çinli millî bisikletçilerle birlikte tur atması özgürleşme çağrışımı yapan halkla ilişkiler egzersizleri olarak kalmaya mahkum. Zira ekonomik alanda tedricî tavizler vermeye yanaşan Çinlilerin siyasal reform konusunda –ABD dahil- hiçbir dış güçten nasihat ya da rehberlik almaya kısa ve orta vadede niyetleri bulunmuyor.
Paylaş
Tavsiye Et