ŞİDDET olgusu sosyal bilimlerin ve siyaset felsefesinin kurucu sorunsallarındandır. Modern devlet, en çok kabul gören tanımına göre, meşru şiddet enstrümanlarını tekelinde bulunduran kurumdur. Şiddet eylemlerinin devlet tarafından önlenememesi veya iktidarın ‘meşru’ şiddet enstrümanlarına sıkça başvurarak halkına şiddet uygulaması iktidarın aşınmasının bir belirtisidir. Bu nedenle şiddet, iktidarın zayıflamaya ve meşruiyetini yitirmeye başladığı dönemlerde daha fazla gündeme gelir.
Şiddet hastalıklı bir olgu mudur, yoksa toplumsal hayatımızın kaçınılmaz bileşenlerinden biri midir? Bu, üzerinde en fazla tartışma yapılan konulardan biridir. Şiddet eğiliminin doğuştan geldiğini iddia eden psikolojik yaklaşımlar halen çokça yaygın olsa da, şiddetin toplumsal ve kültürel bağlam içerisinde öğrenilen bir davranış biçimi olduğu kanaati ağır basar. Özellikle kültürel antropologlar, şiddeti, inceledikleri toplumun kendi mantığı içerisinde anlamlandırmaya gayret ederler. Zira şiddetin sembolik formları ve ifade biçimleri, toplumsal sorunların kökeni ve boyutları hakkında çok önemli ipuçları verir. Kan davası, namus cinayeti, aile içi şiddet ve gençler arasındaki kavgaları anlamsız saldırganlık eylemleri olarak algılamak bu eylemleri önleme konusundaki en önemli engeldir. Şiddeti anlamaya ve önlemeye yönelik köklü çözümler ancak toplumun kendi yapısı ve mantığı içerisinden çıkar. Şiddet eylemlerini geri kalmış toplulukların hastalıklı birtakım hareketleri olarak algılamak şiddeti anlamlandırmaya mânidir.
Şiddeti anlama konusunda yapılan diğer önemli hatalardan biri de onu, toplumun marjında yaşayan bazı anormal bireyler tarafından işlenen hastalıklı bir eylem türü olarak görmektir. Şiddet eylemini ve bu eylemi işleyen bireyi psikolojik bir bozukluk içerisinde değerlendirmek ve bu eylemi yalnızca bireysel boyutta patolojik bir vâka olarak incelemek çok verimli sonuçlar ortaya koymaz. Şiddet kolektif ve bütüncül bir olgudur ve ancak bütüncül bir bakış açısıyla önlenebilir.
Doğrudan Şiddet, Yapısal Şiddet ve Kültürel Şiddet
Johan Galtung, şiddeti doğrudan şiddet, yapısal şiddet ve kültürel şiddet diye birbiriyle bağlantılı üç boyut şeklinde tanımlamıştır. Buzdağının görünür yüzü doğrudan şiddettir; ama doğrudan şiddet çoğu zaman yapısal ve kültürel şiddetin katmanları üzerinde yer alır. Doğrudan şiddet, fiziksel zarar vermeye yönelik eylemlerdir. Şiddetin görünür yönünü tespit edip önlemeye çalışmak Galtung’a göre nispeten daha kolaydır. Asıl zor olan doğrudan şiddeti besleyen kanalları engellemektir.
Yapısal şiddet, şiddetin gözle görülmeyen formudur ve doğrudan fiziksel zarar vermeyi hedeflemez. Ancak yapısal şiddet, etkileri itibariyle doğrudan şiddetten çok daha yıkıcı olabilir. Örneğin bölgeler arası gelir dağılımlarındaki ve hayat şartları arasındaki eşitsizlikler yapısal şiddetin ifadeleridir. Yapısal şiddet ancak geniş kapsamlı yapısal önlemlerle bertaraf edilebilir.
Şiddetin belki de en az anlaşılan boyutu ise kültürel şiddettir. Kültürel şiddet, insanın varoluşunu ve toplumsal kimliğini oluştururken kullandığı sembollerle ilgilidir. Din, ideoloji, dil, popüler kültür ve propaganda, sanat ve bilimin kullanımı doğrudan ve yapısal şiddeti meşrulaştırmaya zemin hazırlayabilir. Kültürel şiddet doğrudan görünmeyebilir ama toplum içerisinde belli bir ideolojik hegemonya oluşturur. Siyasî ve dinî liderlerin demeçleri, sanatçılar, filmler, karikatürler, şarkılar ve birçok popüler sembol; ayrımcılığı, farklılıklara karşı tahammülsüzlüğü ve hoşgörüsüzlüğü salık verebilir. Popüler kültür, medya ve internet özellikle gençler ve çocuklar üzerinde çok etkili olmaktadır. İslamofobi, yabancı düşmanlığı, kültürel önyargılar ve agresif milliyetçilik kültürel şiddetin yansımalarıdır. Kültürel şiddetin panzehiri barış kültürünün tesisidir.
Postmodern Şiddet
Günümüzde şiddet banalleşerek evde, sokakta, okulda, iş hayatında, televizyonlarda, bilgisayar oyunlarında, şarkılarda ve dizilerde hayatımızın bir parçası haline gelmeye başladı. Bugün dünya genelinde şiddet artıyor gibi görünmekte. Fakat, bunun gerçekten doğru bir saptama olup olmadığı üzerinde durmak gerek. Şurası bir gerçek ki, iletişim kanallarının yaygınlaşmasıyla şiddet dünyanın hemen her yerinde çok daha görünür hâle geldi ve dünya üzerindeki şiddetin boyutları ortaya çıkmaya başladı.
Bir açıdan insanı umutsuzluğa da sevk eden bu süreç, aynı zamanda şiddetin formlarının ve dilinin de küreselleşmesine neden oldu. Televizyonlarda, internette ve çevrede görülen şiddet eylemleri ve türleri insanların bilinçaltlarına kazınarak farklı ortamlarda tekrar edilir hale geldi.
Şiddeti önlemek için oluşturulan enstrümanlar, kültürel hayatımızın en mahrem alanlarına kadar dolaylı yollardan sirayet etmekte olan günümüzdeki şiddet formlarını sathî düzeyde de olsa engellemekte yetersiz kalıyor. Bunu önlemenin yolu kültürel şiddete karşı uzlaşı kültürünü tesis etmeye çalışmaktır. İşin ironik yanı ise, şiddeti önlemek için şiddeti yayan ve zihinlere yerleştiren enstrümanlardan başka enstrümanlara sahip olmayışımız. Popüler kültür, özellikle gençlere örnek alacakları model şahıslar üretmek konusunda başarılıdır; aynı başarı yapıcı amaçlar için de yönlendirilebilir.
Türkiye’de Toplumsal Değişim ve Şiddetin Dinamikleri
Toplumsal şiddetin temelinde yatan en önemli faktörlerin başında güvensizlik hissi gelir. Güvensizlik hissi bireysel bir duygunun ötesindedir. Özellikle toplumların hızlı değişim sürecinden geçtiği dönemlerde bu değişime adapte olmakta zorlanan ve eski konumlarını da tehdit altında hisseden gruplar adaptasyon sürecinde kendilerini yoğun bir tehdit altında hissederler. Siyasal, kültürel ve iktisadî yapılar bu toplumsal değişim dinamiğiyle oluşan talepleri cevaplandırabildiği oranda şiddet potansiyelini kontrol altında tutabilir. Bu hissi ortadan kaldıramadığı sürece şiddet sarmalı katlanarak artar ve toplumun birçok alanına yayılır. Bugün Türkiye’de şiddetin artmasının diğer önemli sebeplerinden biri de özellikle gençler arasında artan geleceğe dair ümitsizliktir. Artan maddî taleplerini normal kanallardan karşılayamayacaklarını düşünmeleri, onları kendilerine, çevrelerindeki insanlara veya kamu düzenine zarar verme eğilimine iter. Gerek intiharların artmasında, gerekse şiddet eylemlerinin yaygınlaşmasında bu iki faktörün önemli etkisi vardır. Güvensizlik hissinin altında ekonomik, siyasal, sosyal nedenlerin yanı sıra modernleşmenin ve şehirleşmeyle birlikte toplumu bir arada tutan geleneksel değerlerin aşınmaya başlaması da yatar. Din, aile, aşiret ve hemşerilik bağlarının zayıflaması ve ataerkil toplum yapısının dönüşümü ile insanlar kendilerini daha da yalnız hissederler. Devletin veya diğer sosyal kurumların, insanların yanında oldukları hissini vererek bu güvensizliği önlemesi gerekir. Görünen o ki, bugün Türk halkı kendini daha önce hiç olmadığı kadar sahipsiz hissetmektedir. Bunda Türk toplumunun yapısının hızla bireyselleşmesinin önemli etkisi var. Toplumu bir arada tutan geleneksel değerler sisteminin yerini neo-liberal kurumların ikame edecekleri düşünülmekteyse de, oldukça uzun süreceğe benzeyen bu geçiş süreci çok sancılı bir şekilde yaşanacak gibi.
Ekonomik sebeplerle ve terör tehdidinden dolayı İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Mersin gibi büyük şehirlere göç etmek zorunda kalan ve şehirlere tam adapte olamadan varoşlarda kümelenen kitle, şehirlerin güvenliği için önemli bir tehdit olarak algılanmakta. Öte yandan, gerek iktisadî, gerekse siyasî açıdan yapısal bir şiddete maruz kalan bu kitle kendini tehdit altında hissetmekte. Burada anlaşılması gereken şey, şehirlerin etrafına kümelenen ve kendilerine bir yer edinmeye çalışan bu insanlar kendilerini güvende ve bir yere ait hissedene kadar şehirlerin diğer sakinlerinin de kendilerini güvende hissetmeyecekleri hususudur.
Güvensizlik hissinin arttığı dönemlerde insanlar kendi güvenliklerini kendileri sağlama eğilimine girerler ve silah satışı artar. Bunun yanı sıra mafya, çeteler ve diğer birtakım illegal organizasyonlar güvenlik sağlama iddiası ile daha da yaygınlaşır. Adaleti ikame etmeye yönelik kişisel girişimler ön plana çıkar. Benzer mesajlar terör örgütleri tarafından da farklı kanallardan verilerek örgüte inananların kendi güvenlik ve özgürlükleri konusunda inisiyatif almaları ideolojik olarak yayılmaya çalışılır. Şiddetin devlet tekelinden çıkmaya başladığının hissedildiği dönemlerde, bireysel şiddet önü alınamaz bir hıza tırmanır; mafya ve çeteler her türlü illegal faaliyet alanını genişletir. Türkiye’de yaşanan şiddet olayları hızlı değişim sürecinin sancılarıdır. Bu süreci minimum kayıpla geçiştirmek için toplumun birçok kesimine sorumluluk düşmektedir.
Toplumsal şiddeti anlama ve önleme konusunda önemli bir kafa karışıklığı yaşayan Türkiye’nin bu konuda çok boyutlu ve katılımcı bir vizyona ihtiyacı vardır. Kültürel şiddet toplumun yapısını bozabilecek ciddi bir tehdit olarak görülmeli ve bunun yerine uzlaşı kültürünü yerleştirmek için kendi kültürel kaynaklarımıza da referansla uzun soluklu projeler geliştirilmelidir. Yapısal şiddeti de önlemek için, liberalleşme ve iktisadî kalkınmanın marjında kalan kesimlere iktisadî, siyasî ve sosyal olarak güvende olduklarını hissettirecek yapısal önlemler alınmalıdır. Aksi halde toplumun tüm kesimlerinin şiddet ve güvensizlik ortamından etkileneceğini görmek durumundayız.
Paylaş
Tavsiye Et