BİR yılı aşkın süredir devam eden Kuzey Irak’a operasyon tartışmaları ve Şubat ayındaki kara harekatı esnasında yapılan yayınlar ve yorumlar, kriz dönemlerinde bilhassa dış politika meselelerinde, merkez medyanın tutumunu detaylarıyla ele almayı zorunlu kılıyor.
İç politikada nispeten farklı duruşlar sergileyen ve daha eleştirel bir tutum takınan merkez medya, “milli menfaatler” ile “milli güvenliğin” esas olduğu dış politika krizlerinde siyasi ve ideolojik farklılıkları bir kenara bırakır. Devlet politikası doğrultusunda “tek ses” olup gündem oluşturarak ve gerçeği inşa ederek kamuoyunun rızasını almada ve yürütülen politikaların meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynar. Çok seslilik ise ancak hükümet politikaları ile devlet politikalarının uyuşmadığı alanlarda ortaya çıkar. Bir de tabii, daha ziyade “okyanus ötesi”nden gelen esintilerle medya patronlarının “âli menfaatleri”nin çakıştığı durumlarda genel çizgiden sapılır. Merkez medya, kâh “öteki” hakkında çarpıtılmış imajlar, basmakalıp yargılar ve alçaltıcı ifadelerle zihinleri kodlar; kâh kriz dönemlerinde kamuoyunu milliyetçi ve militarist söylemlerle kışkırtarak psikolojik ortamı hazırlar; kâh doğrudan bir kriz çıkartır veya onu tırmandırır; kâh kriz yönetiminin bir parçası olarak önemli görevler icra eder.
Türk Medyasının Kurgulanan İşlevi ve Dönüşümü
Cumhuriyet’in başından itibaren uzunca bir süre dış politika, geleneksel karar alıcıları ilgilendiren bir alan olarak görülür; basında pek yer bulmaz. Gündeme gelen konular ise temel dış politika ilkeleri ve kabullerine meydan okur nitelikte değildir. Zaten kapatma dâhil ağır cezalar içeren hukuki mevzuatın yanı sıra, büyük bir yekun tutan tek parti yönetiminin gazeteci-milletvekilleri bunun önünde bir engeldir. Basının görevi resmî politikanın kamuoyuna aktarımından ibarettir.
DP döneminin görece çoğulcu ortamında iç politikada çok yoğun tartışmalar yaşanırken, dış politikada basın geleneksel çizgisini sürdürür. En önemli istisna, daha önce dış politika gündeminde hiç yer almayan Kıbrıs meselesinin Hürriyet gazetesinin uzun süreli kampanyası sonucunda 1955’te hükümetin gündemine girmesidir. 6-7 Eylül olayları ise basın aracılığıyla halkın nasıl infiale sürüklenebileceğinin önemli örneklerindendir.
Türk basınında ve kamuoyunda dış politikanın gerçek anlamda tartışma konusu haline gelmesi ise 1964’teki Kıbrıs krizine dayanır. Amerikan Başkanı Johnson’ın tehditvari mektubunun ana hatlarıyla da olsa basına yansımasıyla yaşanan hayal kırıklığı, ilk kez dış politika parametrelerinin sorgulanmasına neden olur. Bundan sonra dış politika gündemde daha fazla yer tutar; özellikle de ideolojik kutuplaşmanın derinleştiği 70’li yıllarda.
1980 darbesinin medyaya yansıması ise dramatik olur. Devlet merkezli gazetecilik anlayışı erozyona uğrarken magazinleşme kök salar. 90’lı yıllarda dış politikada medyanın konumu güçlenir. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Birincisi, özel televizyon kanallarının açılmasıyla resmî kaynaklardan (TRT, AA) haber tekeli sona erer. İkincisi, medyanın elindeki teknolojik imkanların artması, özellikle de 24 saat naklen yayın imkanına kavuşmasıyla, televizyon dış politikanın aktarımında etkili olur; hızlı bilgi akışı ihtiyacı, doğruluğu teyit edilmemiş haberlerin yayılmasını beraberinde getirir. Üçüncüsü ise, geleneksel medya patronlarının değişmesiyle sektörün ticarileşmesi, dışa açılması ve belirli holdinglerin elinde tekelleşmesidir. Bu üç gelişmenin sonucunda sektörde kıyasıya rekabet başlar. Tiraja ve reytinge bağlı olan reklam pastasından pay kapma kavgası magazinleşme sürecini tetikler.
Bu durum, kamuoyunda daha az ilgi uyandıran dış politika konularında manipülasyonu kaçınılmaz kılar. Kârı artırma kaygısına ideolojik duruş da eklenince, gelişmeler ya karartılarak yanlış, eksik ve çarpık bir şekilde ya da magazin boyutu öne çıkarılmak suretiyle değersizleştirilerek sunulur. Böylece kontrol bir ölçüde klasik dış politika yapımcılarının elinden çıkarken, dışişleri bürokrasisi kimi zaman oldukça zor anlar yaşar. Her şeye rağmen merkez medya, gerek iç gerekse dış politikada verilecek psikolojik savaşın en önemli unsuru olarak destek görür. Zira 90’lı yıllarda siyasetçilerden ziyade asker-sivil bürokrasinin tekelinde olan dış politikada toplumsal meşruiyetin sağlanması elzemdir. Bu durum medyanın kriz dönemlerinde cüretkar ve aktif rol oynamasını kolaylaştırır.
Bu bağlamda “merkez medya” ve “dış politika krizi” dendiğinde akla ilk gelen olay hiç şüphesiz Kardak Krizi’dir. 1995’in 24 Aralık gecesi Kardak Kayalıkları’nda karaya oturan bir Türk gemisinin kurtarılması sırasında ortaya çıkan egemenlik tartışması, 26-27 Ocak’ta önce Yunan, ardından Türk gazetecilerin kayalıklara bayrak dikme yarışıyla bir anda krize dönüşür. Savaşın eşiğine gelinen süreç, son anda Amerikan Başkanı’nın devreye girmesiyle yatıştırılır. Doğrudan medya eliyle patlak veren ve manşetlerden savaş çığırtkanlığıyla tırmanan bu kriz, asli görevi gelişmeleri izlemek ve kamuoyuna aktarmak olan gazetecilerin sorumsuzluklarının nelere mal olabileceğinin iyi bir örneğidir.
Gelelim Ekim 1998’de Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğine getiren Öcalan Krizi’ne. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in TBMM’de Şam’ı tehdit eden konuşmasıyla patlak veren bu kriz, medyanın savaş çığırtkanlığıyla bir anda tırmanır. Askerî hazırlıklar henüz tamamlanmamış olsa da “Öğlene Şam’dayız”, “Bir uçtan girer öbür uçtan çıkarız”, “Asker emir bekliyor” manşetleriyle savaş sanki bir-iki gün içinde başlayacakmış izlenimi verilir. Güney sınırında yapılmakta olan NATO tatbikatı ise Türk ordusunun Suriye’ye savaş hazırlığıymış gibi sunulur. Her ne kadar Suriye’nin çok kısa sürede geri adım atmasında, kriz yönetiminin önemli bir parçası olan medyanın propagandalarının etkisi olsa da, Şam yönetiminin tehditlere tehditle karşılık vermesi durumunda Ankara’nın inandırıcılığının büyük bir darbe alacağı ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir.
Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyona dönelim. Tam bir sene evvel Genelkurmay Başkanı’nın operasyona ihtiyaç olduğunu vurgulamasıyla başlayan süreçte medya, kışkırtıcı yayınlarıyla bir yandan muhtemel bir operasyon için kamuoyunda zemin hazırlarken diğer yandan hükümeti buna zorlamaya çalıştı. Seçimlerin akabinde terör saldırılarının artması, Ekim ayında TBMM’den operasyon izninin çıkması, ardından hava ve kara operasyonu ile devam eden süreçte medya âdet olduğu üzere olanca kışkırtıcılığıyla konuyu sürekli kaşıdı. Uzunca bir süredir sabırsızlıkla bekledikleri kara operasyonu sırasında “Hedef Kandil”, “Örgütün üst düzey kadrosu dağıtıldı”, “Kandil düşmeden dönüş yok” manşetleriyle -hava şartlarını ve Kandil’in mesafesini dahi dikkate almadan- tam gaz Kuzey Irak’ı fethe giden medyamız, beklentilerin zirveye ulaştığı bir anda operasyonun aniden sona ermesiyle şaşkına döndü. İnandırıcılığın dibe vurması karşısında bu kez de siyasilere yüklenerek vaziyeti kurtarmaya çalıştı. Hükümetin Amerika’dan talimat alarak operasyonu bitirdiği iddiasıyla Başbakan’ın operasyonun bitirileceğinden haberdar olmadığı yorumları arasındaki tenakuzu bile fark edemediler.
Aslında Güneş Operasyonu sırasında merkez medyanın kahraman gazetecilerine yakışan, Genelkurmay’ın internet sitesinden verdiği haberlerle ve masa başı senaryolarla yetinmeyip, helikopterlerle bizzat Kandil’e çıkartma yapmalarıydı. Böylece fetih yapmaya meraklı gazetecilerimiz, belki askerlerimizi Kandil’e çekmeyi “başararak” son bir darbeyle PKK’nın ilanihaye temizlenmesini sağlayabilirlerdi! Gülmeyin sakın, merkez medyasının sabıkasında bu tarz olaylar mevcut. Nitekim onlara göre, söz konusu olan vatanın bütünlüğü ve milli menfaatler ise basın meslek ilkeleri teferruattır! Artan reyting ve tirajlar sayesinde elde edilen reklam gelirlerini ise sormayın sakın.
Paylaş
Tavsiye Et