ABD, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren George W. Bush yönetiminin giderayak İran’a saldıracağı şaiyasının gölgesinde, son derece sıradışı bir seçime hazırlanıyor. Sıradışı zira 300 milyonluk nüfusu içindeki Afrika kökenli siyahlar ile Güney Amerika ve Karayipler’den gelen Latinoların oranındaki artışa rağmen, sistemin WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) niteliğini koruyan ABD’nin tarihinde ilk defa bir siyah, başkanlık seçimlerine katılmaya hak kazandı. ABD eski başkanlarından Bill Clinton’ın eşi ve New York Senatörü Hillary Rodham Clinton’a karşı aylardır zorlu bir mücadele veren Illinois Senatörü Barack Obama, 3 Haziran akşamı alınan sonuçlarla birlikte Demokrat Parti’den başkan adaylığını ilan etti. Obama, Kasım ayında yapılacak seçimlerde, Cumhuriyetçi Parti’nin adayı 72 yaşındaki Vietnam gazisi Senatör John McCain ile yarışacak. 50 yıl öncesine kadar siyahlarla beyazların otobüste bile yan yana oturamadığı bir ülkede, 47 gibi genç sayılabilecek yaştaki tecrübesiz siyah bir politikacının başkan adaylığının, ABD açısından yeni bir dönemin başlangıcı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bush liderliğinde geçen yıpratıcı sekiz yılın ardından yeni bir sayfa açmak isteyen Amerikalılar için “değişim” ve “Evet yapabiliriz” sloganları ile yola çıkan Obama’nın, oluşturduğu heyecan dalgasıyla milyonları harekete geçirmeyi başarması oldukça dikkat çekici. Ancak dünya kamuoyunun Obama’nın başkanlık koltuğuna oturması halinde ABD’nin emperyal çıkarlarını gerektiğinde güç kullanarak koruma stratejisinin kökten değişeceği beklentisine girmesi, sorgulanmayı fazlasıyla hak ediyor.
11 Eylül 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen saldırıları, mevcut Amerikan hegemonyasını küresel bir imparatorluğa dönüştürme çabalarına vesile kılan Cumhuriyetçi Başkan Bush ile neo-conlar, silah ve petrol şirketleri ile köktenci Hıristiyan koalisyonunun savaş ve işgal politikaları küresel çapta bir öfke yaratmıştı. Obama’nın, şimdilerde epey bir şahin tonu kazanmış olsa da, adaylık yarışının başlangıcındaki güvercin edalı söylemleri, küresel barış için bir umut olarak algılanmasına yol açıyor.
Bir Amerikan Rüyası Olarak Obama
Barack Obama, 1961’de Kenyalı siyah bir baba ile Amerikalı beyaz bir annenin çocuğu olarak ABD’nin 50. eyaleti olan Pasifik Okyanusu’ndaki Hawai Adası’nda dünyaya geldi. İki yaşındayken anne ve babası ayrılan Obama’nın çocukluğu, antropolog olan annesi ile birlikte Endonezya gibi İslam kültürünün hâkim olduğu bir ülkede geçti. Lise eğitimine Hawai’de devam ettikten sonra Kolombiya Üniversitesi’nde siyaset bilimi, Harvard Üniversitesi’nde de hukuk eğitimi aldı. Babası ve ilk gençlik yıllarına ilişkin anılarını, 1995 tarihli Babamdan Rüyalar: Bir Nesil ve Miras Hikayesi başlıklı kitabında anlatan Obama, 1993-2004 yılları arasında Chicago eyaletinin Illinois kentindeki bir hukuk firmasında avukat olarak görev yaptı. Obama’nın kısa bir sürede Beyaz Saray eşiğine uzanan siyasi kariyeri ise 1997’deki Illionis Eyalet Senatosu üyeliğiyle başladı. 2004’te Demokrat Parti’nin Illionis Senatörü olarak Kongre’ye giren Obama, 2006’da Umudun Cesareti: Amerikan Rüyasını Canlandırmak Üzerine Düşünceler isimli kitabını yayınlayarak, ABD’nin potansiyel rakiplerine karşı stratejik gücünü pekiştirmesinin gerekliliğine dayalı siyasi vizyonunu ortaya koydu.
Protestan bir Hıristiyan olmasına rağmen, babasının Müslüman bir aileden gelmesi ve Barack’ın yanında Hüseyin ismini de taşıması nedeniyle, sürekli gizli Müslüman olduğu iddialarına maruz kalması, Obama ismi etrafında bir yanılsama oluşmasına neden oluyor. Rakiplerinin sıkça kullandığı bu iddialar Obama’yı Amerikalı seçmenleri nezdinde bazen zor durumda bıraksa da, New York Times gazetesinin ünlü yazarı Thomas Friedman’ın 11 Haziran tarihli “Nil’deki Obama” başlıklı yazısında belirttiği gibi, Arap ve İslam dünyasındaki Amerika’nın imajının düzelmesine yardım ediyor.
Şubat 2007’de Demokratların başkan aday adaylığını ilan ettiğinde, Hillary Clinton gibi güçlü bir rakip karşısında kendisine fazla bir şans verilmeyen Obama, beklenmedik bir şekilde, özellikle gençler ve alt-orta sınıflar arasında kısa sürede büyük bir destek kazandı. Bu destekte, internetin çok iyi kullanıldığı bir kampanya yürütülmesi ve Obama’nın karizmatik kişiliğinin yanı sıra değişim vurgusu güçlü siyah bir erkeğin, Demokrat delegelere Clinton gibi farklı hiçbir şey vaat etmeyen beyaz bir kadın adaydan daha cazip gelmesinin de payı bulunuyor.
Irak ve Afganistan işgallerinin gittikçe artan bütçesine, küresel finans piyasalarındaki çalkantılar ile petrol fiyatlarındaki yükselişin eklenmesi, Amerikan ekonomisini son aylarda belirgin şekilde durgunlaştırdı. Sıradan Amerikalı seçmenin başkan adaylarından çözüm beklediği bir numaralı sorunu, işte bu durgunluk. McCain’in mali gündemini, Bush’un başarısız ekonomi politikalarının devamı olmakla eleştiren Obama’nın reçeteleri ise sosyal devlet anlayışını temel alıyor: Orta gelirli aileler ve emekliler için vergi indirimi, işsizlik yardımlarının arttırılması ve icraya uğrayan ev sahiplerine destek olunması gibi maddelerden oluşan bu paketin uygulanabilmesi de kısmen dış politikada atılacak adımlara dayanıyor. Obama ile McCain mücadelesinin dünya basınına yansıyan kısımlarını ise, Irak işgali, İran’ın nükleer faaliyetleri, İsrail-Filistin çatışması gibi Müslümanların odağında yer aldığı dış politika meseleleri karşısında sergiledikleri tutumları oluşturuyor.
Obama’nın Değişimi Baş Döndürüyor
Ancak McCain tarafından ABD’-nin güvenliğini sağlamakta zayıf kalmakla eleştirilen Obama’nın dış politika söyleminde kısa sürede yaşanan değişim, kendisine kurtarıcı prens rolleri biçenlerin ayaklarının yere basmasını sağladı. Irak işgalini eleştiren ve kampanyasının başlangıcında Amerikan askerlerinin bir an önce Irak’tan çekilmesini savunan Obama, Beyaz Saray’a yaklaştıkça bunun uzun vadeye yayılması gerektiğini belirtmeye başladı bile. En dramatik U dönüşü ise adaylığının kesinleşmesinden bir gün sonra, 4 Haziran’da ABD’deki Yahudi lobisinin en güçlü örgütü olan Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC)’nin konferansında yaptığı konuşmada yaşandı.
Amerikan dış politikaları üzerinde önemli etkisi olan AIPAC seçkinleri karşısında Kudüs’ü İsrail’in “ebedi ve bölünmez başkenti” ilan eden Obama, Filistin halkının seçtiği Hamas’ı “terörist” olarak niteleyip İsrail’in “Yahudi kimliği”ni tanıyıncaya dek tecrit etmenin zorunluluğundan bahsetti. ABD’nin herkesle masaya oturması gerektiğini söyleyerek İran’la diyalogdan yana tavır alan o değilmiş gibi, İran’ın silah üretmesini de sağlayacak nükleer çalışmalarının durdurulması için askerî müdahaleye hazır olduğunu açıkladı. Obama’nın bu sözlerinden sonra bazıları şok geçirse de, ABD’ye başkan olacak kişinin görevinin, ne pahasına olursa olsun Amerikan hegemonyasının devamını sağlamak olduğu unutulmamalı. Bu çizgiden ufak bir sapmanın bile sonu, en iyi tahminle görevden alınma, en kötü tahminle “dünya değiştirmek”le sonuçlanabilir.
Paylaş
Tavsiye Et