BERLİN şehrini, Almanya’yı ve nihayetinde Avrupa’yı komünist ve kapitalist bloklar arasında ikiye bölen Berlin Duvarı’nın, 9 Kasım 1989’da komünist rejime isyan eden Doğu Almanyalılar tarafından yıkılıp tarihin akışının değişmesinin üzerinden yirmi yıl geçti. Soğuk Savaş’ın ve Avrupa’nın bölünmüşlüğünün sembolü olan Berlin Duvarı’nın yıkılış tarihini Almanlar, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşadıkları tarihî gelişmeler için kullandıkları schicksalstag (kader günü) ifadesiyle nitelendiriyorlar. Duvarın yıkılmasıyla başlayıp Orta ve Doğu Avrupa’daki komünist rejimlerin “kadife devrim” olarak adlandırılan kansız halk ayaklanmalarıyla devrilmesi, 3 Ekim 1990’da iki Almanya’nın resmen birleşmesi ve 1991’de SSCB’nin dağılması ile sonuçlanan olaylar zinciri, 9 Kasım 1989’un bu nitelemeyi fazlasıyla hak ettiğini gösteriyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından ABD’nin tek süper güç olarak tebarüz ettiği ama diğer aktörlerin de yeniden yapılanarak geçirdikleri tek kutuplu belirsizlik süreci, 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’in, resmî Amerikan söylemine göre bir terör saldırısıyla yıkılmasıyla son buldu. Başta Rusya, Çin ve AB çatısı altında toparlanmaya çalışan Avrupa olmak üzere büyüklü küçüklü bütün aktörler, 11 Eylül ile birlikte ABD’nin küresel imparatorluk kurma çabalarına karşı açıkça mevzi almaya başladılar. 1991 Körfez Savaşı ve sosyalist sistemine rağmen Doğu Bloğu’na dâhil olmayan Yugoslavya Federasyonu’nun 1992’de dağılmasıyla yaşanan iç savaşta Müslüman Boşnakların Avrupa’nın göbeğinde soykırıma uğratılmalarına seyirci kalınması, “Yeni Dünya Düzeni”ne dair umutları zaten daha baştan epeyce kırmıştı. ABD’nin 2001’den sonra terörle mücadele adı altındaki hukuk tanımayan uygulamaları ve Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi, hayal kırıklığını katmerleştirdi. Dolayısıyla şu an geldiğimiz noktada, bütün o tarihin sonu, kapitalizmin zaferi, demokrasi, özgürlük, insan hakları ve barış söylemlerinin sadece güçlünün işine geldiğinde anlam taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Değişen Tarihin İyimser Aktörleri
1989’da, henüz Doğu Almanya’daki gösteriler başlamadan önce, Çekoslovakya, Polonya ve Macaristan’da yaşanan hareketlenmeler ile Litvanya ve Estonya’nın SSCB’den bağımsızlık talep etmesi, artık değişme vaktinin geldiğinin habercisiydi. Nitekim komünizmin Maocu versiyonunu uygulayan ve ekonomik alanda kapitalizme geçme kararı alan Çin’in, Haziran 1989’da Tiananmen’de yapılan öğrenci gösterilerini insanların üzerinden tankla geçerek bastırması, Doğu Bloğu ülkelerinde yaşanacak benzeri gösterilere SSCB’nin müdahale edeceği endişesine yol açmıştı. Ancak 1985’te Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreterliği’ne seçilmesinden sonra sistemi reforme etmek için glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma) politikalarını başlatan Mihail Gorbaçov’un yaklaşımı, sürecin farklı seyretmesini sağladı.
Gorbaçov, Temmuz 1989’da Romanya’da düzenlenen Varşova Paktı zirvesinde, “Pakt üyesi devletlerden birinin sosyalizmden uzaklaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalması durumunda diğer sosyalist devletlerin askerî müdahalesini meşru gören” Brejnev Doktrini’ni geçersiz ilan etti. Bütün Doğu Bloğu, Gorbaçov’un estirdiği glasnost ve perestroyka rüzgarının etkisini hissederken, komünist rejimin patronları da Demir Perde’nin sarsıldığının gayet farkındaydılar. 7 Ekim 1989’da Doğu Berlin’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti (GDR) Sosyalist Birlik Partisi Genel Sekreteri Erich Honecker, GDR’nin 40. yıldönümünü, Gorbaçov’un ve diğer komünist liderlerin katıldığı ihtişamlı törenlerle kutlayarak güç gösterisinde bulunmayı hedeflemişti. Törenleri izleyen Doğu Almanların “Gorbi, bize yardım et” diye bağırmaları üzerine, Polonya’nın son komünist lideri olan Wojciech Jaruzelski, Gorbaçov’un kulağına eğilerek şöyle dedi: “Bitti. Sona geldik.”
Evet, sona gelinmişti; fakat 1989’un yaşanmasında siyasetçi, eylemci ve düşünür olarak rol oynayanların aşırı iyimserlik ve beklentilerine uygun bir dünya ortaya çıkmadı. Gorbaçov, 30 Ekim’de İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanan çarpıcı makalesinde, “kendisini küresel ilerlemenin rakipsiz muzafferi ve temsilcisi olarak gören Batı kapitalizminin, Batı toplumunu ve dünyanın kalanını bir başka tarihsel çıkmaz sokağa sürükleme riskiyle karşı karşıya olduğu”nu belirtiyor. Gorbaçov’a göre, küresel ekonomik krizin de gösterdiği gibi “sadece bürokratik sosyalizm değil, ultra-liberal kapitalizm de derinlemesine demokratik reforma, yani kendi perestroykasına ihtiyaç duyuyor.”
1989, Doğu Bloğu ülkelerindeki otoriter yönetimleri, seyahat kısıtlamasını ve kalitesiz mallar kullanma mecburiyetini ortadan kaldırdı; halklar hükümetlerini özgür seçimlerle belirleme hakkına kavuştular. Polonya’da önce sendika olarak kurulup sonradan bir siyasi harekete dönüşen Solidarnosc (Dayanışma)’un lideri Lech Walesa, Çekoslovakya’da ise rejim muhalifi oyun yazarı Vaclav Havel gibi direniş önderleri, post-komünist dönemde cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdular. Herkes umut doluydu. Peki, ama neden bugün “kadife devrim” geçiren ülkelerin çoğunda eski güzel günler nostaljisi taraftar bulurken, Litvanya ve Polonya’da komünizm sembollerini yasaklamaya varan ölçüde anti-komünist tavırlara rastlanıyor? Neden tüm Avrupa ülkelerinde yapılan anketlerden insanların çoğunun kapitalizmin iyi işlemediğini düşündüğü sonucu çıkıyor ve milliyetçi ve yabancı düşmanı partiler kıtada giderek daha fazla teveccüh görüyor?
Sloven düşünür Slavoj Zizek’in Amerikan gazetesi New York Times’da yayımlanan 9 Kasım tarihli yorumunda vurguladığı gibi, komünist rejimi protesto edenlerin çoğunluğu kapitalizm istemiyordu. “Onlar hayatlarını devlet kontrolü dışında yaşama, bir araya gelme ve istedikleri gibi konuşma özgürlüğü istediler; ilkel ideolojik beyin yıkamadan ve kendilerini adam yerine koymayan hâkim riyakarlıktan kurtulmuş sade ve dürüst birer hayat istediler.” Karşı çıktıkları, sosyalizm değil, onun Leninist-Stalinist versiyonuydu. Ve kapitalizm onlara, The Guardian yazarlarından Seumas Milne’in 11 Kasım tarihli yazısında altını çizdiği gibi, “serbest piyasa; şok terapisi, özelleştirme adı altındaki büyük yağma, on milyonlarca insan için eşitsizliğin, yoksulluğun ve işsizliğin muazzam artışı” olarak geri döndü. Buna Eylül 2008’de ABD’de başlayıp kısa sürede küreselleşen ekonomik kriz de eklenince, 1989’un 20. yıldönümünde Batı medyasında dengeli analizlerle karşılaşmak kimseyi şaşırtmadı.
Biz de değerlendirmemizi Yozgatlı gurbetçi Osman Kalın’ın 1983’te, Berlin Duvarı’nın hemen dibindeki, çöpten temizledikten sonra etrafını çevirip kendisine ev ve bahçe yaptığı 350 metrekarelik alanın şimdilerde turistlerin uğrak yeri olduğu hikayesiyle bitirelim. Ve post-komünist dönemin ilk yıllarında, duvarın yıkıntıları arasında Yeni Dünya Düzeni’ne güzelleme yapanların, bugün aynı yıkıntıları ağlama duvarı olarak kullanmak zorunda kalmalarını, kapitalizmin zarar hanesine eklemeyi unutmayalım.
Paylaş
Tavsiye Et