Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Anadolu’dan bir ses göçtü: Ahmet Uluçay
İhsan Kabil
TÜRK sineması son dönemde art arda kayıplar veriyor. Son birkaç ay içinde Yücel Çakmaklı, Nihat Nikerel, Halit Refiğ, Ömer Lütfi Mete ve Zeki Ökten’le birlikte Ahmet Uluçay’ı da baki âleme uğurladık. Bu isimler son yolculuklarıyla bizlere hayatlarımızın birer senaryo olduğunu, bu dünya sahnesindeki rollerimizi tamamladıktan sonra sonsuz dünyaya gideceğimizi bir kez daha hatırlattılar.
Ahmet Uluçay, sinemayla çocukluğundan bu yana yoğrulan hayatını bilfiil sinema yapma eylemine dönüştürerek öncelikle bizlere birbirinden müessir ve unutulmaz kısa filmler bıraktı; sonrasında da bir kısa çalışmasında söz ettiği ve özlemle andığı uzun metraj bir film. 1996’da Atatürk Kitaplığı’nda kendisini davet ederek yaptığımız “Ahmet Uluçay’ın Sinema Dünyası” adlı programda önce filmlerini seyretmiştik. Sonrasında yaptığımız söyleşide ise Uluçay’ın gizem dolu görsel dünyasına nüfuz etmeye çalışmış, filmlerde ortaya konan görsel efektlerin zihnimizde yarattığı tesirle açıkça şaşkınlığa uğramış, hayret makamına gelmiş, farklı bir âlemi temaşa eder olmuştuk. Sinemaya bu denli samimi bir duyarlılık ve yatkınlık ancak takdir edilebilirdi. Kütahya’nın küçük bir köyünde, köye henüz elektriğin uğramadığı 1950’lerin sonunda, geceye elde taşınan fenerlerin veya ay ışığının vurmasıyla meydana gelen, uzayıp kısalan, biçimbozumuna uğrayan gölgelerin, Uluçay’ın muhayyilesinde yarattığı korkuyla karışık gizemin, sihrin daha sonra sinema denen büyülü dünyaya dönüşmesi için yılların geçmesi beklenecekti. Ama bu meyanda, köye gelmeye başlayan gezici sinemanın 16mm projeksiyon makinesiyle göstereceği filmler tam manasıyla Uluçay’ı büyüleyecek, sanatın bir tanrı vergisi olarak ruhunda edindiği yer, köyden kendisi gibi iki kafadar arkadaşıyla çektiği çok özel filmleri sinema literatürümüze kazandıracaktı.
Kitaplar okuyarak, bizatihi şiirle ilgilenerek, Anadolu toprağı ve havasının da sunduğu velut ilham ve rayihayla 1994’te gerçekleştirdiği Optik Düşler’le sinema meraklılarının hemen dikkatini çekecek, bir yerde kendi seyrü seferini şiirsel bir duyarlılıkla anlattığı bu film seyircileri büyüleyecekti. Evet, bir film çekmeye dair hemen her şeyi el yordamıyla ortaya koydukları ve çok kullanılmış bir video kamerayla yaptıkları bu film, estetik yapısı, müziği ve edebî anlatımıyla, olay örgüsünün birbirine bağlanışındaki aşkın olana açılışla, imgenin tabiatının ne olduğuna dair sunduğu ipuçlarıyla, dramatik akışına gösterilen ihtimamla sinema duygusuna saygıyla yaklaşan çevreleri hemen kendi mecrasına almıştı. 30 dakikalık bu film aslında kısa film için orta metraja yakın bir uzunluktu ve Uluçay’ın uzun metraja münasipliğini haber veriyordu. Aynı yıl çektiği ve 19 dakika uzunluğundaki Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak, yönetmenin çekebildiği tek uzun yapım olan Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ta olduğu gibi imkansızı zorlamaya, sanatın metaforik dilini kullanarak belli bir yaratılmışlık şuuruyla, fıtri olana tenasüple ve estetik olandan hiç taviz vermeden acıyı çocuğun alabildiğine hassas dünyasının gözlerinden işliyordu. Çocuğa ait ve çocuksu olan, yönetmenin olmazsa olmaz hasletlerinden biriydi; galiba ömrünün sonuna kadar da öyle kaldı. Uluçay, yaşadığı yerle öylesine bütünleşmişti ki birçok benzerinin aksine oradan hiç ayrılmadı, ayrılmak istemedi; sinemanın kalbinin İstanbul’da atmasına, ritminin burada tutulmasına rağmen.
Bu filmler ve bundan sonra çektikleri, katıldığı festivallerde ödüller kazandı. 1995’te yaptığı, ancak bu kez belgesel diyebileceğimiz Bizim Köyün Orta Yeri Sinema, yaşadıkları yerdeki sinema çalışmalarını, ahşaptan gerçekleştirdikleri projeksiyon makinesini, manuel yardımlı kurgu cihazını, son moda teknolojik olmayan aygıtlarını ve en önemlisi de sinema duygularını ve ruhunu anlatıyordu. Aynı sene çekilen 4 dakikalık Minyatür Kozmosta Rüya, Uluçay’ın minyatür sinema evreninde görüntünün imkansıza varan imgesel sınırlarıyla neler yapılabileceğini çok yetkin bir biçimde ortaya koyuyordu. 1996’daki 12 dakikalık İnci Deniz Dibinde, (Çerçöp Sahile Vurmuş) alt başlığıyla, kafadan peşinde olduğu derinliği, kalıcılığı ve belli yoğunluktaki ciddiyeti vurguluyordu. Bu filmle başlayan gerçeküstücü ve fantastik değinimli imgesel anlatılar sinemasını aynı zamanda minimal bir deneysel sinemaya çeviriyor, gerçekliği bir nevi bozundurarak bizi gerçek ötesi katmanlara davet ediyordu. Sonrasında, 1998’de gelen 4 dakika müddetli Epileptic Film, Uluçay’ın insan olarak psikolojisini de yerinde yansıtıyor, bir söyleşisinde belirttiği gibi hayata dâhil olmaktaki uyumsuzluğu, bir tür kekemeliği neredeyse patolojik-travmatik bir düzlemde ele alıyor, mistik olana da belli bir gönderme yapıyordu. 2000’de yaptığı 4 dakikalık Exorcise, aynı çizgide ilerliyor, halkın manevi anlayışı çizgisinde duanın gücüne bir göndermede bulunuyordu. Bütün bunlar son derece bilgisayar destekli animatif efektlermiş gibi görünse de, esasında Uluçay ve ekibinin, özellikle ilk yapımlarda beraber hareket ettikleri Şerif Akarsu ve İsmail Mutlu’nun tümüyle el becerileriyle görselleştirilen maharetleriydi. 1999’da çektiği 10 dakika uzunluğundaki Uzun Metrajın Resmi, yönetmenin bu formata olan özlemini, süreçte yaşadığı meşakkati yine sinemanın saygın diline sadık kalarak perdeye aktarıyordu. Aynı sene yapılan ve 6 dakika süren Bizim Köyde Bayram Sabahı, köyde namaz çıkışı bayramlaşmayı belgesel esprisinde veriyor, eşlik eden müzik ancak bu kadar ahenkli olabiliyordu.
Ve 2004’te ilk uzun metraj çalışması geldi. Aslında bundan önce de bu yönde adımlar atılmıştı. 1997’de jürisinde bulunduğum Esra Film Senaryo Yarışması’nda Bozkırda Deniz Kabuğu birinci seçilmişti. O sıralar Almanya-Türkiye ekseninde geçen bir gönül hikayesi olan Kuzey Masalı da kaleme alınmıştı. Son hızla uzun metraja atılmaya doğru bir süreç başlamıştı. Ahmet, ana projesi olan Bozkırda Deniz Kabuğu filmine kaynak bulmaya çok çabaladı; bu konuda beraber de birkaç girişimimiz olmuştu. Ancak hiçbir netice alamadık. Muhafazakâr camiada gerek kurumlar gerekse özel kuruluşlar, değişik tereddütler içindeydi. Nihayet 2004’te bir ara proje saydığım Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, farklı hüviyetteki mevcut bir film şirketi tarafından yapımcılığı üstlenilerek DV olarak çekildi. Bu filmde adeta Optik Düşler’in uzatılmış hali beyazperdeye getiriliyor, 1960’ların başında bir Anadolu kasabasında sinemaya meraklı iki yeniyetme çocuğun başından geçenler, uzaktan bir gönül ilişkisiyle harmanlanıyordu. Yine sessiz ve karanlık sokaklarda uzayan gölgeler, ilk sinema keşifleri, psiko-patolojik haller, çocuklarla yetişkinlerin dünyasının ayrışması, metafizik değiniler, sinema-hayat kesişmeleri eserin omurgasını oluşturuyordu. Sonradan Kamyon Şoförü ve Kemik ve Küller başlıklı senaryo çalışmaları bulunduğunu da öğrendiğimiz Ahmet Uluçay, yerli sinemanın en potansiyelli yönetmenlerinden biriydi. Belki de beynine vuran rahatsızlık, mecazi anlamda, sinemayla bu kadar bütünleşen bir hayatın, yatağında rahat akan bir nehir gibi asıl filmlerini çekememesinden kaynaklanmıştı. Bu coğrafyanın ruh iklimini içeriden verebilecek (kısa filmleriyle de bunu ziyadesiyle yerine getiren) yönetmenimizin bu fani dünyadan göçü sonrası, arkasından gelecek gençlerin mirasına sahip çıkması en büyük temennimizdir. Allah rahmet eylesin…
 
Derviş Zaim: “Bundan sonra ne yapacağını merak ettiğim tek adamdı”
Uluçay çoğunlukla “köylü sinemacı”, “köyün sesi” olarak gösteriliyor. Bunda bir doğruluk payı elbette var; fakat o bundan ibaret değil. Mesela, bizde kamera köye gittiğinde esinlendiği kaynak, İtalyan Yeni Gerçekçiliği’dir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, bir metot olarak, köyü anlatmak, temsil etmek için kullanılır. Onun sinemasında da tabii ki -kendisi bunun farkında olsun ya da olmasın- İtalyan Yeni Gerçekçileri’nden kimi izler bulmak mümkündür. Ama onun bunu aşan tarafları da vardı. Ve bu, Türk sineması için belki de daha farklı bir bakış olabilecek ve ileride yapması muhtemel işlerde çok daha farklı düzlemler, platformlar oluşturabilecek bir şeydi.
Uluçay’ın kısa filmleri, uzun filminin geliyorum dediği yerlerdir. Bir kısa filmde farklı bir tonaj hissettirmek zordur. Ama Ahmet bunu hissettiriyordu. Zaten bunu hissettirebildiği için de uzun filmini yaparken -az ya da çok- kendisine omuz verecek insanlar buldu. Bu sürece yakından şahit olmuş birisi olarak, uzun filmini yapmış ve bir ölçüde de olsa başarıya ulaşmış olduğunu görmesi beni mutlu ediyor. En azından, gözünün bu anlamda arkada olmadığını düşünmek gibi bir avuntu içindeyiz. Ölümü, Türk sineması için ciddi bir kayıp oldu. Samimi olarak şunu itiraf edeyim: Bundan sonra ne yapacak diye merak ettiğim tek adamdı. Bunu her yerde söylerim. Çünkü benimle birlikte bu yolda yürüyen insanların bundan sonra ne yapacaklarını üç aşağı-beş yukarı tahmin edebiliyorum. Ama Ahmet’in ne yapacağını merak ediyordum. O, ikinci filmi vizyona girdiği gün, uyanıp da kahvaltımı dahi yapmadan filminin ilk seansına koşacağım adamdı.
 
Gökhan Yorgancıgil: “Uluçay, bir ermişin bakış açısına sahipti”
Hermann Hesse’in Siddhartha’sının sonlarına doğru, hayatın ve evrenin anlamı peşinde yapılan bir yolculuk da sonlanır. Bir nehirde balıkçılık yapan bir adamın “durugörü”sü, bütün “medeni” ve sosyal ilerlemenin, her türlü aydınlanmanın ilerisindedir. Bilimin ve sanatın neden yapıldığının da cevabı bu durugörüde saklıdır. Pek çokları bu durugörüyü yakalamak için bir ömür boyu sürecek entelektüel ve duygusal bir yolculuğa ihtiyaç duyarlar. Oysa Ahmet Uluçay’da bu durugörü ta en baştan beri vardı. Yalın ve bir ermişin bakış açısına sahipti. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak; bu bakış açısı sayesinde, sinema sanatıyla uğraşan herkes için bir durugörü abidesi olarak kalacaktır. Özellikle sinema sanatına yönelen gençlerin Ahmet Uluçay’dan öğrenecekleri çok şey var.
 
Kamil Koç: “Tam bağımsız sinemacılığı öğreten adam”
Dünya sinema tarihinde, sinema ile şekillenirken sinemayı şekillendiren yönetmen sayısı çok azdır; bizim sinema tarihimizde ise yoktur. Ahmet Uluçay ise bir istisnaydı. O sinemanın yapısını çözmüş ve bu bilgisiyle sahici bir ilişki geliştirebilmiştir. Son dönemde öne çıkan sinemacılarımız üzerindeki etkisi, geleceğin sinemacılarında daha bariz bir şekilde görülecektir. Ahmet Uluçay’ı bu kadar değerli yapan şey tüm insanlarda potansiyel olarak var olan, ancak yaşadığımız yüzyılda geçer akçe olmayan “sahicilik”tir. Kitle iletişim teorilerinde çok bilinen Marshall McLuhan’a ait “Araç mesajdır” sözünü tersinden okutabilen bir sanatçıdır Ahmet Uluçay. O kendi mesajını araca mahkum etmemiş, derdini anlatabilmek için tüm imkanlarını zorlayarak aracın sınırlarını genişletmiştir. Sıfır imkanla geliştirdiği yöntemleri, bugün bir çok 3D animasyon şirketi o kalitede yapamaz. Peki o, bu yöntemi nasıl geliştirdi, çok mu zor bir şeydi bunu yapmak? Hayır, aksine çok yalın bir şeydi. Onun bir derdi, bir mesajı vardı ve onu aktarmalıydı; hepsi buydu ve gerisi teferruattı. O fikrini mümkün kılmak için kendi imkanlarını geliştirdi ve bunu da becerdi. Dışarıdan bakıldığında hep fakir ve sıkıntı çeken bir sinemacı olarak algılandı. Ancak, öyle değildi; onun asıl sıkıntısını çektiği şey, derdini anlatamamaktı. Derdini anlatamamanın verdiği sıkıntının yanında parasızlık ve yokluk hiç sayılırdı. Modern dönemde artık bu minval üzere sanatçılar maalesef çok az. Onun için Ahmet ağabeyi tanımış olmak benim için önemli bir imkandı. Bu büyük çöl yolculuğunda önden gidenler, arkadan gelenlere hep cesaret ve güven verir. Benim için de öyle oldu. Bana tam bağımsız sinemacılığın nasılını öğretti.
 
Fuat Er: “Onu her şeyden önce ‘samimiyet’iyle hatırlayacağız”
Sinema belalı bir “sektör”. Bir film çekebilmek için -teknolojinin tüm yeni imkanlarına rağmen- bir ilişkiler ağına dâhil olmanız gerekiyor. Kavga etmeniz, popüler mi sanat filmi mi tartışmalarına girmeniz gerekiyor. Bu şartlar altında sinema sevgisine hayat hakkı yok ve “samimi sinema” bir oksimoron neredeyse. “Neredeyse” diye bir açıklık bırakabilmemize imkan tanıyan nadir yönetmenlerden biriydi Ahmet Uluçay. Üstelik iki kez böyleydi. Bir taraftan “köylü” yaftası boynuna takıldı, diğer taraftan köylülerden çekti. Yine de söyleyecek sözünü söyledi, aşkın delilini, bütün acı bedelleriyle önümüze serdi. Bu yüzden Ahmet Uluçay’ı Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’la değil, daha çok kısa filmleriyle, ama filmlerinden çok samimiyetiyle hatırlamak istiyorum. İmkanın kabuğunu çatlatırcasına onu besleyen, var eden, olduran samimiyetiyle.
 
Zahit Atam: “Düşünü gerçekleştirmek için düşsel çözümler buldu”
İtalyan Kültür Merkezi’nin salonunda Kısa Film Günleri’nde görmüştüm kendisini. Teknik sorunlar çıkmış, toplu film gösterimlerini yapamamışlardı. Ama kendisini sanal olarak görüşüm daha önemlidir, çünkü uzun zaman beni düşündürmüştür.
Yıl 1994, Siyaset Meydanı, Ali Kırca yönetiyor. Bir sürü yönetmen, oyuncu, senarist katılmış. Türkiye Sineması’nın sorunlarını tartışıyorlar. Gerçek şu ki, sinemamızın sorunları hakkında köklü bir bilgisi olan ve bu sorunlara damardan girip gerçekliği masaya yatıran tek bir kişi bile yok ekranda. Bir ara sözü Ahmet Uluçay’a verdiler. Sanıyorum Yusuf Kurçenli’nin açıkça dile getirdiği, diğerlerinde de hafifçe burun kıvıran bir yaklaşım vardı ona. Bir de “Köylüden sinemacı olur mu?” tartışması ve Uluçay’ın ekrana çıkmasını medyanın ilginçlik arayışı olarak itham eden yaklaşım. Oysa Uluçay yalnızca köyden gelip film çeken biri değildi. Onun, bir köylünün yanı sıra entelektüel arayışta olan bir insanın görsel dünyasını yansıtan sineması, yalnızca naif özellikleri ile değil, aynı zamanda içtenliği ve çocukluğun dünyasına dair derin gözlemleriyle, genel olarak ayrıksı ve gözlemci bir karaktere de sahipti. İnanılmaz olanaksızlıklar içinde yaptığı sineması ile sinema tarihimizde çok farklı bir yere sahipti. Bilhassa aküsüz video kamerayla yarattıkları Optik Düşler filmi, bana Lumiere Kardeşler’in bile olanaklarından daha kısıtlı imkanlarla çekilmiş gibi gelir ve yaratıcı zekânın olanaklarının ne kadar zorlanabileceğine mükemmel bir örnek oluşturur. Bir anlamda “İhtiyaç keşfin anasıdır” diyen Engels’i doğrulayan, düşünü gerçekleştirmek için düşsel çözümler bulan, samimi ve belki de gerçekten kırdaki insanın ne kadar öykü biriktirebileceğinin kanıtı bir insandı Uluçay. Bir yandan kibir, öte yandan seçkincilik kokan Türkiye Sineması’nda samimilik ve ahlakın, gerçekten amatör ruhla sevgi ve yaratıcılığın bileşimlerinden birisiydi.
Hakikaten insan yüzlerce çekilmemiş öyküyle bu dünyadan göçer mi? Ruhu şad olsun.

Paylaş Tavsiye Et