TÜRKİYE’DE cumhurbaşkanlığı seçimleri, ilki dışında her zaman problemli olmuştur. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün seçilmesi, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın açık desteğini sağlaması sayesinde mevcut bunalımın aşılmasıyla gerçekleşmiştir. Bilindiği üzere İnönü, Atatürk’ün ölümünden bir süre önce ‘menkub’ vaziyette idi; bir nevi siyasi hayatta yedeğe alınmıştı. Mareşal’in desteği olmasaydı, seçim bir kaosa dönüşecekti. Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1950 seçimleriyle birlikte belirlenen yeni Meclis tarafından seçilmiştir. Bayar’ın seçimi kolay olmakla birlikte, hükümetin teşekkülünden hemen sonra istihbar edilen bir askerî darbe hazırlığı, erken ve hızlı hareket edilme suretiyle önlenmiş; başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere üst düzey komutanlar ve ordu müfettişleri emekliye sevk edilmiştir. Böylece demokratik hayatı beşikte boğmaya yönelik bir kalkışma ortadan kaldırılmıştır. Aynı beceriyi 1960’ta gösteremeyen Demokrat Parti iktidarının akıbetini biliyoruz.
27 Mayıs 1960 askerî darbesi sonrasında sivil hayata geçerken yeni cumhurbaşkanı seçimine teşebbüs edildiğinde ciddi bir krizle karşılaşılmıştır. Sonradan atadıkları liderleri Cemal Gürsel’e rakip olabilecek bir aday istemeyen darbeciler, muhtemel adayları bertaraf etmişlerdir. Ancak, siyasete İstanbul senatörü olarak giren ve İstanbul Hukuk Fakültesi’nde anayasa hukuku profesörü olmasının yanında fikir ve yazı hayatımızın da değerli isimlerinden biri olan Ali Fuat Başgil, cumhurbaşkanlığına aday olmaktan vazgeçirilememiştir. Çeşitli makamlarda bulunan kişilerden ve birçok ‘yakın’ından gelen adaylıktan çekilme teklifleri, zamanla tehdide dönüşmüştür. Darbenin güçlü adamlarından biri tarafından özel ziyaretle tehdit edilen Başgil, şahsı için değil, ama yeniden ayağa kalkmaya çalışan demokratik hayat için adaylıktan çekilmeyi münasip bulmuştur. Darbecilerin amacı, Başgil’in adaylıktan çekilmesini sağlamakla beraber, bu olayın kamuoyu tarafından bilinmesini de engellemektir. Başgil ise ince bir manevra ile, adaylıktan doğrudan çekilmeyip İstanbul senatörlüğünden istifa etmek suretiyle adaylığının düşmesini sağlamış; böylece maruz kaldığı muamelenin, en azından ana hatlarıyla, kamuoyunca bilinmesini temin etmiştir.
Beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın seçilmesinde Adalet Partisi’nin maruz kaldığı baskılar ve içinde yaşadığı sorunların da ibretle incelenmesi gerekmektedir.
Sivil siyasi iktidarın güç savaşını -şeklen de olsa- kazandığı ilk seçim altıncı cumhurbaşkanlığı seçimidir. 12 Mart dönemi askerî müdahalesinin ağır şartları altında, asker ve sivil bürokrasi tarafından dayatılan adayı reddeden, yine asker kökenli olmakla birlikte kendi iradesiyle bir aday (Fahri Korutürk) çıkartan ve onu seçen 1973 Meclis’i her türlü takdiri hak etmektedir.
12 Eylül askerî darbesinden sonra ise anayasayı hazırlayanlar, 1961’de Başgil ile yaşanan krizin benzeri gerçekleşmesin diye, anayasa için yapılan halkoylamasında (gerçek anlamıyla bir ‘plebisite’) hem anayasanın hem de tek aday askerî darbe lideri Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığının oylanmasını sağlamışlardır. Böylece yedinci cumhurbaşkanı, sorunsuz bir şekilde seçilmiştir.
Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın seçimi, ikinci bir sivil siyaset başarısıdır. Her ne kadar, sadece kendi partisinin oylarıyla seçilmiş olsa da, hukuken ve siyaseten tartışılabilir bir seçim değildir. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in seçimi de siyaset içi veya dışı dengelerin bir çatışma alanı olmadan gerçekleştirilmiştir.
Halen görevine devam eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, cumhurbaşkanlığına aday gösterildiği sırada Anayasa Mahkemesi başkanlığı görevini yürütmekteydi. Bu noktadan seçim sürecinin hukuka aykırılığına dair yöneltilen eleştiriler, büyük bir çoğunlukla aday gösterilmesi ve seçilmesi karşısında dikkate alınmamış, cılız kalmıştır. Mesele şudur; cumhurbaşkanlığına aday olan kişi, Anayasa Mahkemesi başkanlığı ve yargıçlığı görevini sürdürebilir mi? Böyle bir görev için aday olan kimsenin yargıçlık görevinden ayrılması gerekirdi; bu husus, ayrıca bir hukuk kuralıyla düzenleme gerektirmeyecek kadar açıktır. Yeterli derecede tartışılmamış bu konu, hukukçuluk ve hukuka saygı konusunda ciddi bir paradoksu ortaya koymaktadır: Bürokratların atanmasında sonuna kadar hukukçuyuz, cumhurbaşkanlığı seçiminde ise gözlerimizi hukuka kapatabiliriz.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bu derece ciddi krizlere yol açmasının, şüphesiz, pek çok sebebi vardır. Bunlardan biri, ülkemizde sembolik anlamların fevkalade değer taşımasında aranmalıdır. Cumhurbaşkanlığı makamı, Atatürk’ün makamı olarak algılandığı için özellikle siyaseten başka makamlara gelme ihtimali bulunmayan asker ve sivil bürokratların gözü daima burada olmuştur. Bunun yanında, makamın sembolik anlamı, devletin temsilini de içerdiğinden, hukuki statüsüne bakmadan imkan bulan herkes cumhurbaşkanı seçilebilmeyi hedeflemiştir.
Bir diğer önemli neden de halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanına verdiği ‘olağanüstü’ yetkilerdir. Yasama, yürütme ve yargıya ilişkin yetkiler, parlamenter sistem içinde kabul edilebilir olmaktan uzaktır. 1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanının yetkileri oldukça sınırlıdır; cumhurbaşkanı kabul edilen kanunları tekrar görüşülmek üzere Meclis’e iade etme (geciktirici veto) yetkisine sahipken; anayasa değişiklikleri söz konusu olduğunda böyle bir yetkiye sahip değildir. Daha da önemlisi, cumhurbaşkanının imzaladığı bütün belgelerde başbakan veya ilgili bakanın da imzası bulunmak zorundadır. Anayasa hukukunda “karşı-imza kuralı” olarak adlandırılan bu esas, cumhurbaşkanının tek başına işlem yapmasını imkansız hale getirirken, yapılan işlemlere karşı her türlü yargı yolunu da açık tutmaktadır. 1961 Anayasası’nda da cumhurbaşkanının işlemleriyle ilgili olarak “karşı-imza kuralı” korunmuştur.
Günümüzde cumhurbaşkanlığı seçimini tartışmaların ve siyasetin odağı kılan asıl husus, bu makamın 1982 Anayasası’ndaki güçlendirilmiş konumudur. Parlamenter rejimlerde yürütme, cumhurbaşkanı (veya kral/kraliçe) ile hükümetten meydana gelmektedir. Yürütmede hükümet siyasi ve sorumlu kanadı, cumhurbaşkanı (veya kral/kraliçe) ise temsilî ve sorumsuz kanadı oluşturmaktadır. Aslında parlamenter rejim dediğimiz, İngiltere modelidir; kral veya kraliçeyi Fransa’daki gibi bütünüyle ortadan kaldırmadığınız, monarşiyi ilga etmediğiniz zaman, bu makama bir yer tayin etmeniz gerekmektedir. Yasama iktidarını kraldan ayırmış ve yürütme iktidarını da seçimle oluşturmaya karar vermişseniz; kimse tarafından hesaba çekilemeyen, siyasi ve hukuki bakımdan ‘sorumsuz’ bir kralın güç ve yetki kullanmasını kabul edemezsiniz. Böyle bir durumda, hem krallığı korumak hem de tek başına kullanacağı yetkileri elinden almak gerekmektedir. Krallık, devleti temsil eden, kuşatıcı, tarafsız, ama yetkisiz bir makam olarak kalacaktır. Kralı olmayan ülkelerde ise cumhurbaşkanlığı makamı onun yerine ikame edilmiştir.
Demokrasilerde, geçerli olan, “ne kadar sorumluluk o kadar yetki/ne kadar yetki o kadar sorumluluk” prensibidir. Hukuki veya siyasi sorumluluğu olmayan kişilerin devlet yetkisi kullanması demokrasinin mantığı ile bağdaşmaz. Yetki siyasi bir işlemle yani seçimle alınır, kullanılır ve yine seçimlerde denetlenir; yetkinin doğru kullanılmadığına kanaat getiren seçmenler yetkiyi geri alır. Yaptığı işlemlerden, kullandığı yetkilerden dolayı bir siyasi sorumluluk taşımayan, hiç kimseye hesap vermesi gerekmeyen kişilere yetki de verilemez.
İşte bu çerçeve içinde, parlamenter rejimde yürütmenin bir kanadı olduğu halde cumhurbaşkanlığı makamı tek başına yetki kullanamaz; bütün iş ve işlemlerini, yukarıda 1924 ve 1961 anayasalarında da benimsendiğine değindiğimiz, “karşı-imza kuralı”na uyarak yapabilir. Cumhurbaşkanının bütün işlemlerinde, mutlaka başbakan veya konuyla ilgili bir bakanın imzası da bulunmalıdır; cumhurbaşkanı sorumlu olmadığından, yapılan işlemin sorumluluğunu başbakan veya ilgili bakan taşıyacaktır.
1982 Anayasası, yasama ve yargı iktidarlarına karşı yürütmeyi güçlendirirken, yürütme içinde de sorumsuz olan cumhurbaşkanlığı makamını güçlendirmiştir. Bunun şuurlu bir tercih olduğunu belirtmek gerekir. Dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren, anayasayı tanıtmak üzere yapmış olduğu konuşmalarda, yürütmenin siyasete bulaşmayan kanadı olan cumhurbaşkanlığı makamını güçlendirdiklerini açıkça ifade etmiştir. Anayasaya bakılırsa, cumhurbaşkanının yasamaya, yürütmeye ve yargıya dair, ayrı ayrı listelenmiş pek çok yetkisi görülecektir.
Aslında, cumhurbaşkanının sayılan yetkilerini tek başına kullanıp kullanamayacağı, anayasa hukukçuları arasında tartışma konusudur. Zira bu yetkilerin bir kısmı mahiyeti icabı belli prosedürlere tâbidir, bu bakımdan tek başına kullanılamaz. Mesela, TBMM seçimlerinin yenilenmesi, cumhurbaşkanının belli şartların oluşması halinde ve belli bir usulle kullanabileceği bir yetkidir; tek başına, dilediği zaman böyle bir kararı alamaz. Aynen bunun gibi, “Anayasada sayılan görev ve yetkilerin tamamı, belli şartlarla ve cumhurbaşkanının sorumsuzluğu dikkate alınarak, ancak ‘karşı-imza’ ile kullanılabilir” görüşünü savunan hukukçular da vardır. Cumhurbaşkanının tek başına işlem yapması hem parlamenter rejimin temel esasına, hem de işlemden etkilenenlerin hukuki müracaat yollarını kapattığı için hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Mesela, cumhurbaşkanının tek başına yaptığı bir işlemle atanan rektörlerin, haklarını aramaları mümkün değildir. Zira cumhurbaşkanı sorumsuz olduğu için yaptığı işlemlere yargı yolu kapalıdır, uğranılan manevi zarar için tazminat davası açılamaz, görev sebebiyle hukuki ve siyasi sorumluluğu yoktur, yarın bir gün seçmenlere hesap vermesi söz konusu değildir. İşlem yanlış ya da taraflı olsa da hukuken yapılacak hiçbir şey yoktur. Bu ne demokrasiyle ne de hukuk devleti anlayışıyla bağdaşır. İşte bu sebeple, bazı anayasa hukukçuları, cumhurbaşkanının, en azından ‘icrai’ nitelikteki iş ve işlemleri tek başına yapamayacağı, mutlaka başbakanın veya ilgili bakanın imzasının da bulunması gerektiği düşüncesindedirler. Rektör atamaları da ‘icrai’ nitelikte işlem olduğu için buna dahildir.
Açıklamaya çalıştığımız bu yaklaşım, cumhurbaşkanının güçlü konumunu sistemin teorisine uydurmaya elverişli olsa da asıl sorunu çözmemektedir. Yapılması gereken, cumhurbaşkanının yetkilerini parlamenter rejime uygun bir şekilde yeniden ele alıp düzenlemektir. Doğru olan, cumhurbaşkanının yetkilerinin önemli bir kısmını başbakana ve hükümete, bir kısmını ise TBMM’ye vermektir. Bir askerî darbe liderine göre düzenlenen geniş yetkiler mevcut olduğu sürece bu makam tartışma odağı olmaktan kurtarılamayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et