ÜNİVERSİTE meselesi Türkiye’nin önemli meselelerinden biridir. Cumhuriyet’in kurulmasından itibaren İstanbul’daki Darülfünun’la Ankara’daki yönetimin arası hiçbir zaman iyi olmamıştır. 1933 yılının 31 Temmuz’unda Darülfünun’u ilga eden ve ertesi gün, 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi’ni kuran kanun çıkartılarak, üniversiteye ilk esaslı siyasî müdahale gerçekleştirilmiştir. Sonraki yıllarda da, 1940’larda Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yaşanan birtakım problemler, 1950 ile 1960 arasında Demokrat Parti iktidarı ile üniversite yönetimleri arasındaki sıkıntılar üniversiteyi devamlı ülke gündeminde tutmuştur. 1960 askeri darbesinin teorik zemini “profesörler” tarafından oluşturulmuştur; darbeden önceki tutumları bir yana, darbe sonrasında, idamlarla sonuçlanan meş’um süreci birkaç “profesör” hazırlamıştır. Darbecilere, “Demokrat Parti yöneticilerini cezalandırmazsanız, yaptıklarınızın meşruiyeti tartışılır” diyen bir meşhur profesördür. Üniversiteler, 1960’lı ve 1970’li yıllarda da toplumsal olaylarda ve siyasetin tam ortasında yer almışlardır. 1980 darbesinin en önemli gerekçelerinden biri üniversitelerde yaşanan olaylardır. Halen de üniversiteler, siyasî tartışmaların içinde ve başında yer almayı sürdürmektedir.
Buna karşılık, siyasî aktörler, özellikle siyasî partiler, üniversitelerle çoğu zaman ciddi ölçüde mesafeli olmuşlardır. Ülkeyi yönetmeye talip olanlar, üniversitelerle ilgili meseleleri ciddiyetle ele almaktan uzak kalmışlardır. Siyasî partilerin programlarında, seçim bildirilerinde, beyanlarında, hükümetlerin programlarında en az yer verilen, adeta geçiştirilen konulardan biri üniversitelerdir. Üniversitelerden en çok şikâyetçi olanlar bile konuyla ilgili ciddiye alınacak bir mülahazaya sahip değillerdir. Böyle olduğu için, üniversitelerle ilgili esaslı kanun düzenlemeleri, sadece tek parti veya askerî darbe dönemlerinde yapılmıştır. Bu sayede, üniversiteler kendilerini bir dokunulmaz alan olarak görmüş, siyasî iktidarlar da onları dokunamayacakları bir alanda tasavvur etmişlerdir.
Üniversiteler hakkında ilk kanun düzenlemesi 13 Haziran 1946 tarihli ve 4936 sayılı kanundur. “Üniversite Reformu” sırasında ülkemize gelen hukuk profesörü Ernest Hirsch tarafından yürütülen çalışmalar sonunda hazırlanan bu kanun hem teknik bakımdan, hem de getirdiği esaslar bakımından ülkemizde üniversite tarihinin en ileri kanunu olarak kabul edilebilir. Kanun, üniversiteleri, dar ideolojik ve siyasî, kalıpların içine hapsetmediği gibi, siyasî iktidarla irtibatlandırmaktan çekinmemiş, buna rağmen özerkliği tam anlamıyla sağlayabilmiştir. Tek kişi yönetimleri yerine, kurul yönetimini benimsemiş, dekanlık ve rektörlük, bazı icra görevleri bulunmakla birlikte daha çok temsili makamlar olarak tasarlanmıştır. Rektörler ve rektör sayısı az olduğu için dekanlarla birlikte, her üniversitenin seçeceği birer temsilciden oluşan Üniversitelerarası Kurul’un başkanı Milli Eğitim Bakanı’dır. Bakan, kanuna göre, “üniversitelerin başıdır.”
Askerî darbeden sonra hazırlanan, 27 Ekim 1960 tarihli ve 115 sayılı kanun, az önce sözünü ettiğimiz Üniversiteler Kanunu’nda bazı değişiklikler yapmıştır. Bu kanun, aynı gün çıkartılan 114 sayılı kanunla beraber değerlendirilmelidir. Darbeden dört ay sonra çıkartılan 114 sayılı kanunla üniversitelerde tasfiyeye gidilmiştir. Aralarında 28 ordinaryüs profesör, 57 profesör ve 44 doçentin de bulunduğu öğretim üyelerinin görevine son verilmiş (toplam 147 kişi), dört öğretim üyesi de sürgün edilmiştir. Kanunun çıktığı dönemde de ciddi şekilde eleştirilen bu uygulamanın dürüst bir yönünü de anmadan geçmemek gerekir; görevlerine son verilen öğretim üyeleri için kanun çıkartılmış, bunun bir tasfiye hareketi olduğu saklanmamış, başka töhmet ve iftiralara yer verilmemiştir. 115 sayılı kanunla getirilen düzenlemelerin sistemi etkileyen esaslı değişiklikler olduğu söylenemez. Kanundaki en önemli düzenleme Milli Eğitim Bakanı’nın üniversitelerle ilgili yetkilerinin azaltılmasına yöneliktir; Milli Eğitim Bakanı’nın Üniversitelerarası Kurul’a başkanlık etme yetkisi kaldırılmıştır.
Yine bir askerî müdahale akabinde çıkartılan, 20 Haziran 1973 tarihli ve 1750 sayılı kanunla, önceki kanun ilga edilmiş, yeni bir sistem getirilmeye çalışılmıştır. Bu kanunla, “yerel-ideolojik” unsurların üniversitelerin görevleri arasına yerleştirilmeye başlandığını görmekteyiz. Kanunun en önemli düzenlemesi “üniversitelerüstü kuruluşlar” başlığı ile Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ve Üniversite Denetleme Kurulu adıyla iki yeni üst kurum getirmiş olmasıdır. YÖK bir üst kurum olmasına rağmen, kanuna göre, üniversiteler üzerinde önemli tasarruf yetkilerine sahip değildir. Mesela, kurulun rektörlerin ve dekanların seçilmesinde herhangi bir yetkisi bulunmamaktadır; bunlar seçimle belirlenmektedir. Ayrıca bu ilk YÖK, Milli Eğitim Bakanı’nın başkanlığında, her üniversitenin yetkili organlarınca profesörler arasından iki yıl için seçilecek birer temsilci ile kuruldaki üniversite temsilcileri kadar Milli Eğitim Bakanı’nın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca atanacak üyelerden kurulur. Yeni düzenlemede, 1946 yılında getirilen kanunda olduğu gibi Milli Eğitim Bakanı’na üniversitelerle ilgili önemli yetkiler verilmektedir. Ancak, kanunun bu konuları düzenleyen maddeleriyle ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı vermesi üzerine YÖK’le ilgili hükümlerin uygulanma kabiliyeti kalmamıştır.
4 Kasım 1981 tarihli ve 2547 sayılı halen yürürlükteki Yükseköğretim Kanunu, 1750 sayılı kanunla mahcup bir şekilde getirilmeye çalışılan merkeziyetçi yapıyı bütün haşmetiyle kurmayı başarmış, ülkemizde 35 yıl süren Üniversiteler Kanunu dönemini kapatmıştır. Yukarıda özet olarak izah etmeye çalıştığımız dönem, 1946 yılında 4936 sayılı kanunla kurulan, bu kanunda 115, 119, 345 ve 923 sayılı kanunlarla yapılan değişiklik ve ilavelerle sürdürülen, 1750 sayılı yeni kanunla da ana hatlarıyla benimsenen bir sistemin var olduğu dönemdir.
Üniversiteler Kanunu döneminin genel özelliklerini kısaca belirtelim. Kanun, üniversitelerin statüsünü düzenlemiş, yönetimin öğretim üyeleri veya onların seçtiği temsilcilerden oluşan kurullarla gerçekleştirilmesini benimsemiş, temsili yönleri ağır basan rektör ve dekanın yine öğretim üyelerinin seçimiyle belirlenmesi esasını kabul etmişti. Asistanlık daimi statüde bir kadro olarak, öğretim üyeliği mesleğinin kaynağı olarak düzenlenmekte, asistanlığa, doçentliğe ve profesörlüğe atanmada fakülte kurulları en etkili organ olarak görev ifa etmekteydi. Fakültelerin tüzel kişiliği vardı. Öğrenci miktarını belirleme, seçme, kayıt işleri, öğrencilerin disiplin işleri, öğretim programını ve kurallarını tespit etme ve değerlendirme yetkisi fakülte veya üniversite bünyesindeki ilgili kurullara aitti.
12 Eylül 1980 askerî darbesiyle başlayan yeni dönemde, bölücü ve anarşik olayların önemli bir kaynağı olarak üniversiteler gösterilmiş, bu anlayış içinde üniversitelere yeni bir düzen ve yeni bir istikamet verilmek istenmiştir. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun hazırlandığı sırada hâkim atmosfer budur. Kanunun uzun tanım ve amaç maddeleriyle başladığı dikkati çekmektedir. Önceki kanunlardakinden çok farklı olarak, üniversitelerin görevi yerine, amaç ve ana ilkeler başlıklı maddelerde, birçok tekrara yer verilerek, üniversite kavramıyla uyumlu olmayan pek çok ifade sıralanmıştır. Bu kanunla yeniden getirilen, Yükseköğretim Kurulu, rektör adaylarını Cumhurbaşkanı’na sunma, rektörlerin önerdiği adaylar arasından dekanları atama yetkisine sahip kılınmıştır. Kurul, öğretim üyesi açığını karşılamak amacıyla öğretim üyelerini iki ders yılı başka bir üniversitede görevlendirebilecektir. Üniversitelerin kadrolarını belirlemek ve değiştirmek, öğrencilerin seçme ve yerleştirilmesi, yükseköğretim kurumlarının gözetim ve denetimi hususları da YÖK’ün yetkisindedir. Öte yandan, YÖK’ün oluşumunda ve rektör atanmasında Cumhurbaşkanı’na oldukça geniş yetkiler tanınmıştır. Bilindiği üzere Cumhurbaşkanı yürütmenin “sorumsuz” kanadıdır; sorumluluk hükümetlerdedir. Cumhurbaşkanı’nın yapacağı işlemlerden dolayı hukuki sorumluluğu da yoktur. Gerek gördüğünde öğretim üyelerinin görev yerlerini değiştirebilecek derecede geniş yetkilere sahip kılınan rektörlerin “sorumsuz” Cumhurbaşkanı’na karşı “sorumlu” olmalarını kabul etmek güçtür. Ayrıca, birbirinden çok farklı fizik ve insan imkânlarına sahip olan üniversitelerin aynı yapı ve işleyişe tabi tutulması, tek tip ve tek merkezli yönetim anlayışı kanundan doğan sıkıntıların temel kaynağıdır.
Üniversiteler meselesini ele alırken, öncelikle nelerin yapılması gerektiği ve nelerin yapılabileceği bilinmelidir. Türkiye’nin yeniden bir üniversite sistemi inşa etmesi gerekmemektedir; önemli ölçüde anayasa değişikliğine bağlı olan bu işi yapabilmek zaten bir siyasî iktidarın tam olarak elinde de değildir. Öte yandan, mevcut sistemi koruyarak, sadece kişileri değiştirmek suretiyle üniversite sorununu çözmek imkânı yoktur; bu yeni sorunlar ortaya çıkartacaktır. Hiyerarşik olarak bütünüyle kendisine bağlı olan bürokrasiye hâkim olmayı tam manasıyla başaramayan bir siyasî iktidarın, üniversiteler üzerinde otorite tesis edebilmesi nasıl tasavvur edilebilir? Yapılması gereken, YÖK’ün üniversiteler üzerindeki tasarruf yetkileri ile üniversitelerde tek adam yönetimlerini kaldırmak, üniversiteleri serbest ve kurulların idaresinde özerk yapılar haline getirmektir. Böylece, kısa bir zaman içinde, yeni bir sistemin kendiliğinden kurulmasına zemin hazırlanmış olacaktır. Üniversitelerin, ayrı ayrı varlıklar haline gelmesi, kişilik geliştirmesi, nev’i şahsına münhasır değer ve özellikler üretmesi, birbiriyle rekabet edebilir hale gelmesi, hatta böyle bir rekabete zorlanması mümkün olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et