SİNEMA ve terör… İlk bakışta bir araya gelmeyecekmiş gibi görünen veya sadece terörü işleyen filmleri çağrıştıran bu iki kavramın, aslında birbirlerini besler mahiyette bir karşılıklılık ilişkisi içinde bulundukları söylenebilir. Görsel bir sanat olan sinemanın, görüntüyü bir uzay genişliğinde perdeye getirmesi ve hayata dair gerçeklikleri belli bir yorumlama süzgecinden geçirerek seyirciye kurmaca bir metin olarak sunmasıyla, teşhir edici (göstermeci) ruhunu devamlı doğrulayan bir yanı bulunur. Sinema, ilk ortaya çıktığı yıllardan itibaren bir hikâyesi olan senaryolara el atmış; önce kısa süreli bir eğlence tarzı şeklinde arz-ı endam etmiş, sonra tiyatro disiplininden fazlaca istifade ederek dram ve bu sahne sanatının diğer türlerinden, geniş bir yelpazeye yayılan bir anlatı geliştirmiştir. Sürükleyici, heyecan artırıcı bir duyguya sahip olmak ve bunu seyirciye iletmek arzusundaki ilk sinema çalışmaları, senaryonun akışında çatışmayı öne çıkaran ve sonra genelde mutlu veya acı bitecek bir sona bağlayarak ve böylelikle edebiyattan da bolca yararlanarak seyircinin nabzını tutma yoluna gider. Ticari bir altyapının gerekliliği, sinemada gişe başarısının öncelikli hedeflerden biri olmasını getirir; gişe kaygısı etik anlamda senaryoda manipülasyonun ilk belirleyici unsurlarından biri olur çıkar. Diğer bir belirleyici ise, kitlesel bir sanat olan sinemanın kitleler üzerindeki teshir edici (büyüleyici) gücünün keşfedilip, arzulanan toplumsal yönlendirmelerin ve şekillendirmelerin bu sanat dalı üzerinden üstü kapalı veya az çok belli ederek yapılabileceğinin farkına varılmasıdır.
Hayatın görsel olarak yeniden yorumu dedikte sinema, çoğunlukla mahrem dünyalar ve sokak görüntülerini kendine imgesel temel olarak alır. Aslında insanlara yol gösterici, önlerini açıcı, ruhen yükseltici, aşkın, gerçekliğin metafizik düzlemdeki anlam bütünlüğünü sergileyici bir işlev görmesi gereken bu sanat sahasının, insanın vasat ruh haline hitap eden, gündelik hayatın dilini, hatta koyu argoyu konuşan, kanundışı, aile hayatı haricindeki, cürüm işleyici, toplumu bir arada tutan normlar dışındaki karakterleri ele alması, resmetmesi, tasvire yönelmesi zamanla insan hayatında olumsuz gelişmelere yol açmıştır. Gitgide savaş, katliam, kıyım ve şiddet sahnelerinin artan bir dozla beyazperdede yer almaya başlaması, hatta şiddetin estetize edilmesi dediğimiz fenomenin film yapım mantığında ağır gösterim, farklı renk uygulamaları, ağır tekrarlar, yakın çekim yoluyla yaygın anlatımsal bir nitelik kazanması sinemayı terör dediğimiz o meş’um, kör gerçeklikle örtüştürür olmuştur.
Böyle şiddete dayalı terörün görselleştirilmesinin yanında, açık saçıklığın perdeye daha fazla aksetmesinin getirdiği bir başka terör çeşidi de söz konusudur ki; bu da insandaki bazı duyguların gıdıklanmasından, insanın hemen aklına gelmeyecek kendi benine ait bazı hassasiyetlerin üstüne gidilmesinden müteşekkil bir manipülasyondur. Cinsî imgelerin iki cinsin belli varyasyonlarda birbirlerine yaklaşmalarından oluşageldiğini söylersek, sinema tarihinin kronolojik akışı içinde bu yakınlaşmalar daha artarak ve insan hayalinin gitgide yerini alarak (bir yerde insanın hayal gücünü teslim alarak); ayrıca yönetmene sinemanın o çok fazla kendine has serbesti özelliğinden dolayı bir ayrıcalık, bir muktedir olma hassası kazandırarak, ruhların terörize edilmesi olgusunu ortaya çıkarır. Benzer biçimde, içki, kumar ve hayatı eğlenti boyutunda yaşama pahasına cürüm işleme yollarını meşru gösteren filmler de monden hayat tarzını körükleyici ve idame ettirici bir çizgi ortaya koyarlar. Batı sinemasının popüler türlerinden biri olan müzikalleri düşündüğümüzde, bu saydıklarımız ziyadesiyle yerli yerine oturur; ayrıca bu türde normalize edilen revü görüntülerinin sinema tarihinde daha sonra yer alacak filmlerde nelerin normalizasyonunun önünü açtığı, nelere izlek tuttuğu iyi düşünülmelidir. Dolayısıyla, sinemanın normatif yıllarındaki iki cins arası yakınlaşmalar belirli bir noktadan, özellikle 1960’larda belirli bir forma gelmiş; böylelikle sinema seyircisi dediğimiz o değişken kitle bazı oluşumları tedricen kabul etmeye başlamış, kıyafetler gitgide azalmış, ruh dediğimiz o kendine has dünyada bazı perdeler kalka kalka, dokunulmaz sandığımız köşeler, nişler içsel bir terör dalgasından nasibini almıştır.
1970’lerin ortasından itibaren, beyazperdenin gitgide kırmızıya boyanmasıyla şahikaya çıkan şiddet, korku ve felaket filmleri (birkaç örnek hatırlayacak olursak, Teksas Testere Katliamı, Suspiria, Rambo, Yaşayan Ölüler Gecesi), seyirciyi hayatın terör boyutuyla doğrudan karşı karşıya getirir. Ancak daha masumane ve içselleştirilmiş bir başka terör teması, dünya sinemasında genel kabul görmüş yönetmenlerde içkin bir şekilde boy gösterir. Spielberg’in 1985 yapımı The Color Purple/Mor Yıllar filmi ve entelektüel çevrelerde de çok rağbet gören Kohen Kardeşler’in tüm filmografisi, bu temasın tecessüm etmiş misalleri olarak yerlerini alır. Amerika’da zenci tarihinden bir kesiti perdeye getiren Mor Yıllar, zencilerin ezilmişliğini ve toplum dışılığını tasvir etmesinin yanında, onları insan karşıtı her türlü eylemi yapan yaratıklar olarak sergilemekten geri durmaz. “İnsan insanın kurdudur” felsefi şiarının görsel bir betimleme olarak bu filmde yer alması, yönetmenin zihniyet dünyasında psikanalitik manada şuurdışı düzleminin bir izdüşümü şeklinde tezahür eder. Kohen Kardeşler’in üslubundaysa yine aynı karanlık yüz, filmin hemen her karesinde dışa vurulur; insanlar sanki bu dünyaya salt kötülük eyleminde bulunmak üzere gelmiştir. Kohenler’e göre insanın içindeki kötü, bir biçimde yaşayan, canlı bir cevher olarak kuytusunda durmakta, hayatın belli bir anda müdahalesiyle bu cevher harekete geçmekte, yeryüzüne sürgün vermekte ve ‘insanın insanı kırımı’ dediğimiz yaşantı acı bir kader olarak zuhur etmektedir. Ancak zikredilen yönetmenler bunu fıtrata uygun olarak daha geniş bir maneviyat anlayışıyla portreleştirmek yerine, neredeyse olduğu gibi, fotografik anlamda gerçekçi olanın o soğuk, ruhsuz, irkiltici tesiriyle, faillerinin bütün soğukkanlılığıyla aktarırlar. Bu denli gerçekçi bir anlatım, seyircinin ruh dünyasını parça parça etmekte, görüntünün semiyolojik yapısı insanı bilfiil bir terör eylemiyle yüz yüze bırakmadan seyirci olarak, ruh dediğimiz o karmaşık ama üstün vasıflı alemi şiddete ait ve cinsi temayüllerle alabora etmektedir.
İnsanlık durumu, insan karşıtlığıyla yer değiştirdiğinde, sinemadaki gizil terör yarı röntgene uğramış yüzüyle karşımıza çıkar. Sinemanın terörle böylesi potansiyel veya açık ilişkisinin değişik yoğunluklarda gelişimi, toplum içinde etiğe değer veren çevrelerin tam etkin olamamaları nedeniyle fütursuzca devam edegelmiştir. Öncelikle bu kitle sanatına doğrudan senarist, yapımcı, yönetmen ve dağıtımcı olarak katılımda bulunanların insan teki olarak dünyada nasıl bir duruş üzere oldukları bir değer ifade eder. Önce kendine, yaratılışına ve topluma karşı bir sorumluluk dairesinde tavır takınılmadıkça sinema, terörize edilen ve eden bir aygıt konumundan kurtulamayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et