1960 ve 1970’li yıllar uluslararası sistemde “detant” diğer bir ifadeyle yumuşama döneminin yaşandığı yıllardı. İki kutup arasında karşılıklı kuvvet indirimlerinin yapıldığı ve Helsinki Nihai Senedi’nin imzalandığı (1975) bu dönem aynı zamanda Doğu ve Batı Bloğunda Prag Baharı’na ve De Gaulle’le sembolleşen merkezkaç hareketlere sahne oluyordu. Uluslararası ortamdaki bu yumuşama Türk dış politikasında da yansımalarını buldu; 1950’li yılların “Batı yanlısı” politikaları 1960’lı yılların ortalarından itibaren yerini bu politikaların sorgulandığı “çok yönlü” bir dış politikaya bıraktı.
Bu yeni politikaya geçişi tetikleyen kırılma noktaları arasında Kıbrıs’ın özel bir yeri vardır. Kıbrıs’ta 1963 yılından itibaren meydana gelen olayların ardından Türk yetkilileri Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etme olasılığını gündeme getirince ABD Başkanı Johnson Türkiye’ye uyarı ihtiva eden ünlü “Johnson Mektubu”nu gönderdi. Bu tarihten sonra ciddi bir iç muhasebe içine giren Türk dış politika yapıcıları, dönemin siyasi ve ekonomik istikrarsızlığına rağmen “göreli özerk ve çok yönlü” şeklinde ifade edebileceğimiz kararlı bir dış politika yapım sürecine girdiler. Bununla birlikte Türkiye hiçbir zaman dış politikada Batı’ya öncelik veren yöneliminden vazgeçmedi. Bu nedenle de Kıbrıs meselesi Türkiye’nin genelde Batı, özelde ise ABD ile olan ilişkilerinde bir gerginlik noktası olarak var olageldi. 1974 Kıbrıs harekatından sonra ABD’nin uyguladığı silah ambargosu çerçevesinde 5 Şubat 1975 tarihinde Türkiye’ye silah satışları durduruldu ve verilmesi öngörülen 200 milyon dolarlık kredi askıya alındı. Türkiye’nin buna verdiği yanıt ise ABD ile imzaladığı Ortak Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nı 25 Temmuz 1975’te feshetmek ve Türkiye’deki Amerikan üslerinin faaliyetlerini durdurmak oldu. Fakat yine de ambargonun sona erdirilmesi için 1977 yılını beklemek gerekecekti.
ABD Kıbrıs sorununu hep NATO’nun bütünlüğü içerisinde ve NATO’nun güney kanadını savunmakla görevli iki üye olan Türkiye ve Yunanistan çerçevesinde ele aldı. ABD’nin önceliği Türkiye ve Yunanistan arasında çıkabilecek bir savaşa engel olmak ve bu iki üyenin NATO ittifakı içinde kalmalarını sağlamak idi. Bu nedenle ABD hiçbir dönemde Kıbrıs’ta çözümün nasıl olması gerektiği konusunda net bir tavır sergilemedi. Bu da çeşitli dönemlerde tarafları ABD’nin çok da net olmayan mesajları ile karşı karşıya bıraktı. Özellikle Türkiye açısından baktığımızda, 1974 harekatı sırasında ABD’nin ikircikli bir tavır sergilediğini görüyoruz. Birinci harekata ses çıkarmayan ve bu nedenle de olumlu bir havanın oluşmasına katkıda bulunan ABD yönetimi, ikinci harekat sonrasında, ABD’deki Yunan lobisinin etkisi altında bulunan Kongre’nin de baskısıyla, silah ambargosu kararı aldı. Türkiye’nin ikinci harekat sonrasında Yunanistan’ın beklentisinin üzerinde bir toprak parçasını kontrolü altına alması Yunan lobisini harekete geçirdi. Kıbrıs müdahalesi, Yunanistan’ın Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yaşadığı en büyük travmaydı.
1974 Müdahalesi ve Tarafların Pozisyonları
1974 müdahalesinin ardından Kıbrıs sorununun nitelik değiştirdiğini ve bunun da tarafların ve dış aktörlerin pozisyonlarında önemli değişikliklere neden olduğunu görüyoruz. 1955-1959 yılları arasında Rum tarafı Enosisi (Yunanistan’la adanın tamamının birleşmesi) benimserken, Türk tarafı Taksim (adanın ikiye bölünmesi) tezini benimsedi. 1960-1963 yılları arasında taraflar Bağımsız Kıbrıs Devleti adı altında kısa dönemli bir uzlaşma yaşadı. Adada çatışmaların başladığı 1963 yılı ile müdahalenin yapıldığı 1974 yılları arasında Rum tarafı Kıbrıs Türklerinin azınlık statüsünde olacağı üniter çoğunluğa dayanan devlet tezini desteklerken, Türk tarafı iki toplumu ya da iki halkı olan ve Kıbrıs Türkleri için yerel özerk yönetim sağlayan bir Kıbrıs’ı destekledi. 1974 Kıbrıs müdahalesinin ardından ise Rum tarafı güçlü merkezî hükümeti olan federasyona daha yakın dururken, Türk tarafı gevşek bir federasyon hatta konfederasyon tezleri üzerinde durdu. 1990’lı yılların sonuna kadar Rum tarafı Kıbrıs’ın çözüm olmadan da AB’ye tam üye olarak alınmasını ve Kıbrıs’ın tamamını Güney Kıbrıs’ın temsil etmesini; Türk tarafı ise Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’yle birleşmesini ya da bütün Kıbrıs’ın Türkiye’yle birlikte AB’ye katılmasını savunuyordu.
Kıbrıs müdahalesi ile birlikte Türkiye, “artık Kıbrıs sorunu diye bir sorun yoktur” algılaması içine girdi; çünkü kendi yöntemleriyle sorunu çözdüğüne inanıyordu. Bundan sonra Türkiye’nin Yunanistan’la arasındaki en önemli sorun “Ege sorunları”ydı. Strateji teorileri açısından bakıldığında Kıbrıs müdahalesi son derece başarılı bir müdahaleydi. Ancak bu aşamadan sonra Türkiye’nin “sorun sona ermiştir” şeklindeki algılaması müdahalenin politik unsurlarla desteklenmediğini gösteriyor. Bu nedenle gelinen noktada Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri başarısı, Türkiye’yi uluslararası alanda zora sokan bir faktör haline geldi. Yunanistan’a göre ise Türkiye ile arasındaki en önemli sorun Kıbrıs sorunudur. Kıbrıs Yunanistan için son derece önemli bir güvenlik meselesidir. Bu nedenle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile geliştirdiği ortak savunma politikası çerçevesinde bugün Yunanistan’ın savunma alanı, Yunan ana karasının beş yüz mil kadar güneydoğusuna, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne kadar uzanmaktadır.
Bu noktada ABD’nin Kıbrıs politikası Türkiye ve Yunanistan’ın 1974 sonrası pozisyonlarını hem etkilerken, hem de onların pozisyonlarından etkilendi. 1964-1974 yılları arasında “Türkiye’ye taviz verilmesi karşılığında Enosis” planını destekleyen ABD -her ne kadar müdahale sonrasında ambargo uygulayarak Türkiye’yi cezalandırma yoluna gitse de- müdahaleyle birlikte adada oluşan istikrardan memnundur. 1974 müdahalesi sonrasında ada zaten de facto olarak ikiye bölünmüş durumdaydı. Ancak ilginçtir ki; etnik boyutu da olan böyle bir sorun 1974 yılından bugüne kadar sıcak bir çatışmaya dönüşmedi ve çözümsüzlük bir anlamda adaya istikrar getirdi. Bunda Kıbrıs’taki Türk askeri varlığının rolü büyüktür. Ancak Türkiye’nin ve Kıbrıs’ın AB’ye giriş sürecinde “çözümsüzlüğe mal olan istikrarın” hem Türkiye’yi, hem de Kıbrıs’ın tamamını bir çıkmazın içine soktuğu ortadadır.
Soğuk Savaş sonrasında ABD’nin Kıbrıs’a gösterdiği ilgi yeni dönemde Batı ittifakı içindeki uyumluluğun devam ettirilmesi politikası ile yakından ilgilidir. Aslına bakılırsa bu politika çerçevesinde ABD Türk-Yunan ilişkilerini yakın takibe almış durumdadır. Özellikle Kardak Krizi sırasında devreye girerek bir Türk-Yunan savaşının çıkmasına engel olmuş, güven artırıcı önlemlerden ortak NATO tatbikatlarına kadar pek çok konuda iki ülkeyi bir araya getirmeye çalışmıştır.
ABD yeni dönemde bu iki ülkenin ABD’den bağımsız politikalar izlemesi konusunda çok hassas davranıyor. Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni uluslararası ortamda Türkiye’nin ABD ile ilişkilerini bir fırsat kapısı olarak görmesinin aksine, Yunanistan ABD’ye meydan okuyan Rusya Federasyonu, Çin, Irak, İran ve Suriye gibi ülkelerle Türkiye’den daha fazla ilişki kurma eğilimi içerisindedir. Bununla birlikte, ABD’ye de sürekli olarak Balkanlar ve Kafkaslar’da destek olacağı mesajları veriyor. Yeni dış politika vizyonu ve kullandığı dış politika araçlarının çeşitliliği açısından bakıldığında Yunanistan’ın Soğuk Savaş sonrası dönemde esnek, çok yönlü ve geniş kapsamlı bir dış politika arayışı içinde olduğunu söylemek mümkündür. Zira yeni dönemde Yunanistan Türkiye’nin aksine bir taraftan ittifak ilişkilerini artırırken, diğer taraftan Yunan diasporasından Patrikhaneye, ekonomik yatırımlardan arabuluculuk girişimlerine kadar pek çok diplomatik aracı harekete geçirmiş durumdadır. Kıbrıs konusunda ise AB’yi yanına çekmeyi başardığı ve ABD’nin Yunan tezlerine destek vermesi için pek çok girişimde bulunduğu açıkça görülüyor.
Kıbrıs’ta çözüm için Annan Planı’na destek verdiğini açıklayan ABD, Kuzey Kıbrıs’ta yapılan seçimlerin ardından yeniden devreye girerek Türk ve Rum tarafının Annan Planı üzerinde yapılmasını istediği değişiklikler için ABD’den destek istemeden önce, değişiklikler yapıldıktan sonra Planın son halinin referanduma sunulacağı konusunda iki tarafın da garanti vermesi gerektiğini söyledi. Bu durumda Yunanistan, Türkiye, Kıbrıs’taki Türk ve Rum taraflarının Plan’da yapacakları değişiklikleri referanduma sunacakları konusunda ABD’ye önceden taahhütte bulunmaları gerekiyor. Bundan da anlaşılıyor ki, ABD gelinen noktada Annan Planı temelinde bir çözümden yanadır ve çözüm için iki taraf üzerinde de baskı kurmaya çalışmaktadır.
Paylaş
Tavsiye Et