GÜNÜMÜZÜN en önemli siyasî örgütlenmesi olarak kabul edilen ve 1920’li yıllara kadar teorik anlamda çok fazla tartışılmamış olan ulus ve ulusçuluk kavramları, özellikle II. Dünya Savaşı’nın ardından sosyal bilimlerin önemli konularından biri haline geldi. Dolayısıyla, Hobsbawm’ın “Aşırılıklar Çağı” olarak nitelendirdiği 20’nci yüzyılda önemli akademik tartışma konularından birini teşkil etti. Her ne kadar bazı akademisyenler bu kavramların ortaya çıkışını çok eski tarihlere kadar götürseler de, Fransız İhtilali ile birlikte ulusçuluğun yükselişe geçtiği, genel olarak kabul görmüş bir olgu idi. Zira ulusu siyasi bir birlik olarak tanımlayan ulusçuluk en belirgin biçimiyle Fransız Devrimi tarafından temsil edildi ve daha çok Fransız tecrübesi ile birlikte anıldı. Modern anlamda ilk ulus-devlet olarak ortaya çıkan Fransa’nın başarısı Avrupa’da ve Latin Amerika’daki diğer topluluklara örnek oldu. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında birliğini ilan eden İtalya ve Almanya iki farklı ulus-devlet tecrübesi olarak ortaya çıktı. Yüzyılın iki büyük imparatorluğu olan Osmanlı ve Habsburg imparatorluklarının hemen hemen aynı dönemde dağılma süreci içerisine girmeleri ise Doğu Avrupa ve Balkanlarda yeni ulus-devletlerin resme dahil olmalarını sağladı. II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa sömürgelerinin bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle Asya ve Afrika’da ortaya çıkan yeni ulus-devletler ise resmi daha da karmaşıklaştırdı. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun dağılmasının ertesinde eski Sovyet ve Yugoslavya topraklarında yaşanan etnik çatışmalar ve ortaya çıkan yeni ulus-devletler, hatta Batı Avrupa’da varlığını devam ettiren ayrılıkçı-milliyetçi hareketler resmin henüz tamamlanmadığını, dolayısıyla ulus inşa sürecinin sona ermediğini açık bir biçimde ortaya koymuş oluyordu.
Küreselleşmenin yoğun bir biçimde tartışıldığı ve bu çerçevede ulus-devletlerin çözüleceği ve milliyetçiliklerin aşılacağı yönündeki argümanların sıklıkla ifade edildiği böylesi bir dönemde milliyetçi-partikülaristik hareketlerin yeniden yükselişe geçmesi, küreselleşmeci teorilerin cevap vermekte zorlandığı somut bir gerçeklik olarak karşımıza çıktı. Küreselleşmeci teorilerin iddia ettiğinin aksine milliyetçilik 19’uncu yüzyıldan arta kalan arkaik bir olgu değil; tam tersine modern bir olgudur ve modernizmin geçirdiği aşamalardan etkilenmiştir. Ulus ve ulusçuluk kavramlarının ortaya çıkışı ve doğası ile ilgili olarak ileri sürülen yaklaşımlar içerisinde en çok kabul gören modernist yaklaşıma göre, ulus olgusu 19’uncu yüzyılda yeni bir rasyonel siyasî vizyonla ortaya çıktığı için daha önceki kültürel birimlerden farklıdır ve modern bürokratik devlet ve pazarın oluşmasına bağlı olarak, büyüklük ve konsolidasyonun derecesi açısından daha önceki siyasi birimlere benzememektedir. Basılı kapitalizmin sonucunda ortaya çıkan ulusların sahip olduğu ulusal bilinç daha önceki dönemlerin heterojen ve okuma yazma bilmeyen toplumları için geçerli değildir. Söz konusu yaklaşımın önde gelen savunucusu Gellner’a göre, sosyal hareketliliği artıran sanayileşme süreci, merkezî devletin standart ve kontrol edilebilir “yüksek kültürler” oluşturmasını zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla ulus olgusu, diğer bir ifadeyle standart, kontrol edilebilir “yüksek kültürler”, önemli derecede bir etnik homojenlik, ulusal bilinç ve ekonomik entegrasyon gerektirdiği için merkezî devlet kendi toprak parçası üzerinde yaşayan ulusal farklılıkları tek bir ulus etrafında konsolide etmiştir. Örneğin Fransız ulusu, Bretonlardan Korsikalılara kadar değişik alt ulusların Fransız vatandaşlığı etrafında entegrasyonundan oluşurken, İngiliz ulusu İskoçlar, Galliler ve İrlandalılardan; İspanyol ulusu ise Katalan ve Bask alt uluslarından meydana geliyordu. Batı Avrupa’da modern anlamda ortaya çıkan ilk ulus-devletlerin bile çokuluslu nitelik taşıdığını söylemek mümkündür. Dolayısıyla dünyada ulus-devletin “tek ulus-tek devlet” prensibine uyan çok az sayıda örneği mevcuttur.
Günümüzde, her ulus-devletin farklı derecelerde de olsa, dünya ekonomisiyle ticaret, yoğun sermaye akışı ve ortak üretim yoluyla giderek daha çok bütünleşmesi sürecini ifade eden küreselleşmenin ulus-devletin yukarıda ifade ettiğimiz vazgeçilmez niteliklerinin aleyhine bir dinamik yarattığı doğrudur. Ancak Gellner’ın standart, kontrol edilebilir “yüksek kültürler” olarak tanımladığı ulus olgusunun, daha partikülaristik bir yöne doğru transformasyona uğramasına neden olduğu da açıktır. Diğer bir ifadeyle küreselleşme, ekonomik anlamda entegre olmuş, yüksek ulusal bilinç düzeyi ve etnik homojenliği içeren “yüksek kültür-ulus”u çözerken, daha “alt kültür”lerin ortaya çıkardığı mikro milliyetçilikleri canlandırmaktadır. Bu bakımdan Sovyetler Birliği’nin çözülme sürecinin Baltık ülkelerinden, Yugoslavya’nın dağılmasının ise Hırvatistan ve Slovenya’dan başlaması tesadüfî değildir. Sovyetler Birliği içerisinde ekonomik anlamda göreli gelişmişlik ve Avrupa’ya olan kültürel yakınlık, Sovyetlerin Baltık ülkeleri açısından çekiciliğini azaltmıştır. Aynı şekilde Yugoslavya’nın zengin ulusları Slovenya ve Hırvatistan, fakir Kosova’nın ve diğer cumhuriyetlerin yükünü omuzlamak istememişlerdir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile beraber Doğu Bloğu’ndan ayrılan Doğu Avrupa ülkeleri Çekoslovakya, Polonya, Macaristan; Bulgaristan, Romanya ve hatta Kafkas ülkeleri için, küreselleşmeci teoriler tarafından örnek olarak gösterilen Avrupa Birliği bir çekim merkezi durumundadır. Bununla birlikte Avrupa’nın yalnız periferisinde değil merkezinde yer alan ülkelerde de yabancı düşmanlığının ve ırkçı temayüllerin artması, İngiltere’de ekonomik anlamda daha az gelişmiş İskoç ve Gallilerin sosyal harcamalardaki kısıntılar nedeniyle yaşadıkları rahatsızlıklar ve Kuzey İtalya’nın Güney İtalya aleyhine giderek artan oranda olumsuz bir söylem geliştirmesi küreselleşme ile milliyetçilik arasındaki paradoksal ilişkiyi ortaya koymaktadır. Dolayısıyla küreselleşme yoluyla aşınacağı söylenen yerel kimlikler tam tersine daha da güçlenmektedir. Aşınan ya da yok olan Avrupa’nın alt ulusları değil, Avrupa devletlerinin konsolide ettiği merkezi uluslardır.
Aslına bakılırsa aynı paradoksal ilişki ulus-devletlerin küreselleşme karşısındaki reflekslerinde de görülebilir. Gittikçe artan dünya çapındaki insan akışı, ulusal ve çokuluslu şirketlerin eliyle gerçekleşen teknoloji akışı, para piyasaları ve borsalardaki hareket, imajların, bilginin ve ideolojilerin akışı gibi unsurları içeren küresel kültür, hem uluslararası ekonomik aktörlerin hem de ulus-devletlerin istismarına açık bir nitelik arz etmektedir. Uluslararası ve küresel ekonomik aktörlerin bilinçli bir biçimde manipüle ettiği bu unsurlar zaman zaman ulus-devletlerin kendi egemenlik haklarından vazgeçmemek için kullandıkları bahaneler haline gelebilmektedir. Ulus-devletin pek çok yerde kapitalizmin geldiği noktayı ve diğer “küresel dış düşmanları” bahane ederek insan haklarını askıya aldığı bir vakıadır.
Dünyadaki pek çok ülke gibi Türkiye de, küreselleşmenin ulus-devlet ve milliyetçilikle girdiği paradoksal ilişkinin, siyasal elit ile uluslararası ortam, siyasal elit ile halk ve halk ile uluslararası ortam düzeyinde yarattığı gerilimlere sahne olmaktadır. Ancak Türkiye’nin tarih boyunca Avrupa ile girmiş olduğu ilişkiler söz konusu gerilimleri daha da artırmaktadır. Türkiye, genelde tüm uluslararası ekonomik ve siyasi örgütler, özelde ise AB ile sürdürdüğü ilişkiler sırasında ya tamamıyla teslimiyetçi (her ne olursa olsun entegrasyon sağlanmalıdır) ya da Avrupa ile entegrasyonun ülkeyi böleceği yönünde tamamıyla savunmacı iki aşırı uç arasında gidip gelmektedir. Söz konusu istikrarsız ruh hali hem merkezî siyasal elit, hem de halk düzeyi için geçerlidir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulalı beri siyasî elitle halkın Avrupa karşısında gösterdiği reflekslerin çoğu zaman örtüşmediği görülmektedir. Mustafa Özel’in son derece yerinde tespitiyle, “Türkiye-AB ilişkilerinin son kırk yıl içerisindeki seyrini ele aldığımızda ya devlet milletten kaçarak Avrupa’ya sığınmış, ya da millet devletten kaçarak Avrupa’ya sığınmıştır.” Bu da iç politikada siyasî elitle halk arasında yaşanan gerilimli ilişkinin bir sonucudur. Küreselleşme ve Avrupa ile entegrasyon sürecinin Türkiye’de yarattığı bunalımlar siyasî elitle halk arasındaki söz konusu gerilimli ilişkinin ortadan kalkması ile aşılabilecektir. Aksi takdirde devlet, ya kendi egemenliğinin tehlikeye girdiği durumlarda “küresel dış düşmanları” bahane ederek halkı baskı altına almaya devam edecek ya da uluslararası örgütlerle girdiği ilişkilerde beklediği kamuoyu desteğini bulamayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et