PAPA II. Jean Paul’ün ölümünün ardından Kardinal Joseph Ratzinger’in Papa 16. Benedikt unvanıyla Roma Katolik Kilisesi’nin başına geçmesi, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kilise’nin yaşadığı iç dönüşüm açısından önemli soruları beraberinde getirdi. Acaba II. Vatikan Konseyi kararları karşısında muhafazakâr bir duruş sergileyen Papa II. Jean Paul’ün 1980’li ve 90’lı yıllarda Konsey kararlarına -paradoksal bir biçimde- kazandırdığı ivme, Papa 16. Benedikt tarafından geriye mi döndürülüyordu? Bu soruya ancak 1960’lı yıllardan itibaren Roma Katolik Kilisesi’nde yaşanan dönüşümü, bunun Katolik ülkeler üzerindeki etkisini ve bu dönüşüme yine Kilise içinden verilen tepkileri anlayarak cevap verebiliriz.
Uzun yıllar modernleşme ve sekülerleşme sürecine ve bu sürecin beraberinde getirdiği tüm modern ideolojilere, kapitalizme, liberalizme, faşizme ve komünizme muhalefet eden Kilise, İkinci Vatikan Konseyi (1962-1965)’nden sonra din ve devletin ayrılması, diğer dinlere hoşgörü ve inanç özgürlüğü gibi konularda liberal-demokrat bir söylem benimseyerek, adeta modernizmle barıştı. Öncesinde sadece Roma Katolik Kilisesi’ni tanımlayan ‘Kilise’ terimi, Konsey sonrasında tüm Hıristiyanlığı kucaklamaya başladı. Polonyalı ve Slav kökenli Papa II. Jean Paul’ün Katolik ve Ortodoks iki Hıristiyan geleneğini bir araya getirmeye yönelik ekümenik faaliyetleri, Konsey’in yeni ‘Kilise’ anlayışını tatbik niteliği taşıyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında sivil toplumun canlanması ile kiliseler ve dinî hareketler arasında güçlü bir bağın olduğunu savunan José Casanova’ya göre, II. Vatikan Konseyi’nin etkisiyle Kilise’nin yöneliminde devlet merkezli stratejiden toplum merkezli bir stratejiye doğru ciddi bir dönüşüm gerçekleşti ve bu dönüşüm Kilise’ye, Katoliklerin yoğun olduğu pek çok ülkede demokrasiye geçiş sürecinde anahtar bir rol oynama imkanı verdi. Kilise’nin, Doğu Avrupa’daki ulusal kiliseleri bağımsızlık hareketlerine destek vermeleri konusunda cesaretlendirmesiyle Polonya, Çekoslovakya, Gürcistan, Ermenistan, Ukrayna ve Baltık ülkelerindeki ulusal kiliseler, komünist rejimlerin gayrimeşruluğunu ilan eden en önemli merkezler haline geldiler. Bu minvalde Papa II. Jean Paul’ün Papa seçildikten sonra Haziran 1979’da Polonya’ya yaptığı ilk hac ziyareti de oldukça önemliydi. Zira bu ziyaretin ardından Orta ve Doğu Avrupa’nın ve bütün Sovyet coğrafyasının kaderi değişecekti.
18. yüzyılın başından itibaren Katoliklik içinde otorite, gelenek ve modernliği farklı biçimlerde yorumlayan beş önemli düşünce akımı ortaya çıktı. Sabrina Petra Ramet’in gelenekçiler, neo-skolastik muhafazakârlar, liberaller, radikaller ve entegralistler olarak sınıflandırdığı bu farklı kampların II. Vatikan Konseyi sonrasında daha da belirginleştiğini görüyoruz. Başını Hans Küng, Hermann Haring ve Norbert Greinacher’in çektiği liberal kamp karşısında neo-skolastik muhafazakârların ve entegralistlerin II. Vatikan Konseyi kararlarına karşı gösterdikleri tepki, Kilise’de yaşanan dönüşümün kolayca kabul edilmediğini gösteriyordu. Modernlik karşısında geleneği, hiyerarşiyi ve otoriteyi savunan muhafazakâr grubun en önde gelen temsilcilerinden biri Kardinal Ratzinger oldu ve hem yazdıkları hem de verdiği vaazlarla Konsey kararlarını eleştirdi. Kilisenin insanî bir kurum olarak görülmesi gerektiğini ileri süren liberallerin aksine neo-skolastik muhafazakâr grup, onun ilahî yönünü vurgulamak suretiyle diğer kiliseleri ‘Kilise’ tanımının dışında bıraktı ve onları “hak olmayan batıl kiliseler” olarak gördü.
Konsey kararlarını Ratzinger kadar sert bir biçimde eleştirmemekle birlikte, Papa II. Jean Paul’ün de Kilise içindeki muhafazakâr kanatta yer aldığını görüyoruz. 1980’li ve 90’lı yıllarda Katolik dünyada yaşanan dönüşüme kazandırdığı ivme, onun Vatikan aggiornamento’sunu (reform) kayıtsız şartsız kabul ettiği anlamına gelmiyor. Zira ona göre II. Vatikan Konseyi kararları, Katolik gelenek içindeki süreklilik ve değişmeyen prensipler dikkate alınarak yorumlanmalıydı. Jean Paul’ün dönüşüm karşısındaki temkinli tutumu kendi ülkesi olan Polonya’nın ve Polonya Katolikliğinin yaşadığı değişim sürecini de yansıtıyor. Casanova’nın ifadesiyle, 1948-1956 arasında bağımsız bir dinî kuruluş olarak kendi varlığını korumak için mücadele eden Polonya Katolik Kilisesi, kendi desteğiyle 1956’da hükümete karşı meydana gelen halk ayaklanması “Polonya Ekim’i” ile kolektif ulusal kimliğin korunması ve aktarımı için yeni bir otonom alan kazandı. Benzer bir şekilde 1970’teki “Polonya Aralık’ı” ile Kilise’nin rolü dinî hakların korunmasından insan hakları, sivil haklar ve işçi haklarının korunmasına dönüştü. Yaşanan süreç, II. Vatikan Konseyi ile ortaya çıkan yeni söylemin adeta tatbiki gibiydi. Ancak Konsey’in din ve devletin ayrılması ve diğer inançlara hoşgörü prensipleri, Polonya Katolik Kilisesi’nin muhafazakâr tepkisine yol açtı. Kısacası “komünist-otoriter rejime hayır, fakat liberal-demokratik prensiplere de hayır” diyordu Kilise. Komünist sistemin sona ermesi, Polonya Katolik Kilisesi için kendi konumunu yeniden tanımlama ve yeni çoğulcu anlayışa kendini adapte etme konusunda bazı açmazları beraberinde getirdi. Kilise değerleri ile demokratik sivil toplumun gereklilikleri arasındaki açmaz sadece Polonya için değil, eski komünist coğrafyada geçiş döneminin zorluklarını yaşayan tüm kiliseler için de geçerli idi.
Konsey kararlarına karşı gösterdiği reaksiyon nedeniyle Kardinal Ratzinger, liberaller tarafından o dönemde demokratik rejimler karşısında totaliter sistemlerin yanında yer almakla suçlanmıştı. Kardinal Ratzinger’in Papa 16. Benedikt’e dönüştüğü süreçte adı dışında fazla bir şeyin değişmediği görülüyor. Zira yeni Papa yalnızca Doğu Hıristiyanlığı’na karşı değil, İslam dünyası özelinde Hıristiyanlık dışındaki dinlere karşı da dışlayıcı tavrını devam ettiriyor. AB’nin genişlemesine Roma Katolik Kilisesi’nin Papa II. Jean Paul’ün şahsında verdiği tam destek, Papa 16. Benedikt’le birlikte geri çekilmişe benziyor. AB’nin mezhepler arası ayrılıkları gözetmeden ortak Hıristiyan payda etrafında oluşturmaya çalıştığı Avrupalılık kimliği, yalnızca mezhepler arası farklılıklar ve çatışmalarla değil, Katoliklik içindeki gerilimlerle de yüzleşmek durumunda kalacak.
Göreve gelmeden kısa bir süre önce AB anayasasında mutlaka Hıristiyanlık ibaresinin olması ve Türkiye’nin kesinlikle AB’ye alınmaması gerektiği konusunda açıklamalar yapan Papa’nın son 30-40 yılın rövanşını almaya çalıştığı çok açık. Papa II. Jean Paul, seçilmesinden bir yıl sonra 1979’da Türkiye’ye üç günlük bir ziyaret gerçekleştirerek İslam dünyasına yaptığı diyalog çağrısında samimi olduğunu göstermeye çalışmıştı. Bakalım Papa 16. Benedikt’in Kasım ayında yapacağı Türkiye ziyareti İslam dünyasından gelen tepkileri yumuşatmaya yetecek mi?
Paylaş
Tavsiye Et