BUGÜN evrensel olarak kabul edilmiş tek bir küreselleşme tanımından bahsetmek mümkün değildir; fakat bu konuda “zaman-mekan farklılaşması, sınırsız zaman ve mekan algısı”, “gittikçe hızlanan ekonomik ve siyasî karşılıklı bağımlılık”, “ekonomik, siyasî ve hatta kültürel sınırların ortadan kalkması ile birlikte gittikçe küçülen bir dünya” ve “küresel entegrasyon” gibi kavramsallaştırmalar sık sık kullanılmaktadır.
Bu kavramsallaştırmalardan yola çıktığımızda, küreselleşme ile küresel bir olgu olarak kabul edebileceğimiz milliyetçilik arasındaki paradoksal ilişkinin kökeninin, küreselleşme tanımının içinde gizli olduğunu görürüz. Bugün küreselleşmenin sınırsız zaman ve mekan algılamasıyla, ulus-devlet ve milliyetçiliğin belirli bir zaman ve mekana dayanan referansları arasında aşılmaz bir çelişkinin varlığı ile karşı karşıyayız. İnsanların kafasındaki zaman ve mekan algısını aşındırarak kültürlerin giderek birbirine benzeyeceği argümanları küreselleşmeye yerel kültürler karşısında nasıl güç kazandırıyorsa, aynı şekilde milliyetçilik de küreselleşme karşısındaki gücünü, zaman ve mekana ısrarla vurgu yapan yerel ve ulusal kimliklerden almaktadır. Zira tarihî bir toprak, ortak mitler ve ortak geçmiş gibi ulusal kimliği oluşturan unsurlar belirli bir zaman ve mekana atıfta bulunarak, günümüzde de adeta küreselleşmenin homojenleştirici, zamansızlaştırıcı ve mekansızlaştırıcı etkisine karşı direnmektedirler. “Tarihî toprak”, toprak ile halkın nesiller boyu birbirleri üzerinde müşterek etkilerde bulunduğu ve gelecekte de aynı halkın üzerinde yaşamaya devam etmek istediği mekandır. Anthony Smith’in deyimiyle, “ortak mitler ve tarihî bellek bu ortak mekan üzerinde yoğrulmuş, ortak kültür ve ortak iktisadî hayat bu mekan üzerinde inşa edilmiştir.”
Küreselleşme kavramında olduğu gibi, milli kimlik ve milliyetçiliğin olmazsa olmaz unsurlarından biri olan ortak kültür kavramının bir özelliği de küreselleşme ve kültür arasında bir başka çelişki olarak karşımıza çıkmaktadır. Wallerstein’a göre kültür, tanımı gereği tikelci bir kavramdır ve modern dünya sistemi içinde en esaslı tikelcilik ise milliyetçiliktir. Çünkü milliyetçilik, en büyük ilgiyi gören, en uzun süre iktidarda olan, en fazla siyasal nüfuza sahip ve en ağır silah donanımıyla desteklenen bir tikelciliktir. Bugün neyin küresel olduğu ile ilgili bir soru sorulacak olsa, hiç tereddüt etmeden vereceğimiz cevap ulus-devlet sistemi ve milliyetçilikler olacaktır. Yine Anthony Smith’in deyimiyle, günümüzde yeryüzünde, etnik ve milli çatışmaların damgasını vurmadığı, seçilmiş halkı için milli bağımsızlık isteyen hareketlerin doğuşuna tanık olunmadığı hemen hiçbir yer yoktur. Bununla birlikte ulus-devlet sisteminin dünyanın her yerinde yaygınlaşması ve yapı itibarıyla tüm ulus-devletlerin birbirine giderek daha çok benzemesi olgusu ise milliyetçiliğin küreselleşme karşısındaki savunmacı pozisyonunu devasa bir çelişkiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu devasa çelişki küresel güçlerle, yerel kimlikler ve güçler arasındaki gerilimde kendini ifade etme şansı bulmaktadır. Zira küreselleşme yerel kültürler üzerinde hem imkan sağlayıcı, hem de onları sınırlayıcı bir etki yapmaktadır.
Tüm bu anlatılanlardan yola çıkıldığında, küreselleşme olgusunun değişik boyutları içinde en karmaşık ve sorunlu olanın kültürel boyut olduğu söylenebilir. Bugünün küresel etkileşimlerinin en temel problemi kültürel homojenleşme ile kültürel heterojenleşme arasındaki gerilimdir. Homojenleşme korkularını ortaya çıkaran küresel unsurlar, ulus-devletler tarafından kapitalizm ya da diğer küresel dış düşmanlar bahane edilerek istismar edilebildiği gibi, aynı zamanda küresel ekonomik aktörlerin ekmeğine de yağ sürmektedir. Dolayısıyla küreselleşme süreci ile birlikte ulus-devletin egemenliği küresel ekonomik aktörler eliyle bir yandan aşındırılırken, diğer yandan da güçlendirilmektedir. Örneğin Giddens’ın belirttiği gibi, dünya ekonomisinin güç merkezleri kapitalist devletlerdir. Firmalar ve ulusaşırı şirketlerin oluşturduğu ekonomik güç, devlet politikaları üzerinde şimdiye değin hiç olmadığı kadar etkili olmaktadır. Bugün, büyük ulusaşırı şirketlerden bazılarının devasa meblağlara ulaşan bütçeleri pek çok ülkenin bütçesini geçmiş durumdadır. Fakat yine de bunların gücü devletlerinkiyle rekabet edemez. Özellikle toprağı ilgilendiren meselelerde, mesela şiddetin önlenmesinde anahtar rol hâlâ devletlere aittir. Tüm modern devletler kendi toprakları üzerindeki şiddet tekelini az ya da çok kendi ellerinde tutmaktadırlar.
Sovyetler’in Ardından…
Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın çözülmesi ile ortaya çıkan yeni milli devletler, küreselleşme çerçevesinde yapılan milliyetçilik ve ulus-devlet tartışmalarına yeni bir boyut ekledi. Bu iki federasyonun çözülmesi ile birlikte ortaya çıkan, egemenlik ve liberalleşme kavramlarını son derece milliyetçi bir çizgide yorumlayan yeni ulus-devletler, globalistlerin ulus-devletlerin aşındığı ve ortadan kalkacağı yolundaki argümanlarını zayıflattı. Zira vatandaşlığın tanımını ulus-devlet çizgisinde yeniden yapan bu yeni devletlerin izledikleri etnik temelli politikalar farklı etnik gruplar arasındaki ilişkileri etkiledi. Bunların yanı sıra, kendi anayurtları ile ilişkileri nedeniyle yeni bağımsız devletlerin egemenliğini tehlikeye atan yeni diaspora grupları ortaya çıktı. Küreselleşmenin en belirgin etkilerinden biri, diasporada yaşayan toplulukların kendi isimlerini taşıyan ülkelerle ve bu ülkelerin ana unsurlarıyla yatay iletişime geçmelerini kolaylaştırmasıydı. Örneğin Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından Kazakistan’da yaşayan Kazaklar’la diasporadaki Kazaklar arasındaki yatay iletişim Kazakistan’ın uyguladığı Kazaklaştırma politikasının önemli bir unsuru olarak ortaya çıktı. Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in diasporada yaşayan Kazaklara Kazakistan topraklarına dönmeleri için çağrıda bulunması, demografik yapıyı Kazaklar lehine değiştirme amacının bir göstergesiydi. Nitekim yapılan çağrı ve Kazaklar arasında artan yatay iletişim sonucunda 1990’lı yılların ortalarında pek çok Kazak; İran, Karakalpakistan ve Moğolistan’dan Kazakistan’a geri döndü. Benzeri bir süreç, yeni bağımsız ülkelerde yaşayan Ruslar için de geçerli oldu. Sovyet sisteminin çözülmesinin ardından yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerde ayrıcalıklı siyasî, ekonomik ve kültürel pozisyonlarını kaybeden Ruslar; Rusya’ya, Ukrayna’ya ve Beyaz Rusya’ya göç etmeye başladılar. Diaspora grupları arasındaki etkileşim ve bu grupların anayurtlarına geri dönmesi ise ulus-devletlerin kendi egemenliklerini güçlendirmelerini sağlayacak yerel homojenleşmeyi artırıcı bir faktör olarak ortaya çıktı.
Paylaş
Tavsiye Et