TÜRK siyasi hayatına damgasını vuran gelişmelerin ve gerilimlerin kaynağı Osmanlı’dan bu yana devam edegelen merkez-çevre ilişkisinde, diğer bir deyişle asker-sivil bürokrasi ile halk arasındaki ilişkide aranmalıdır. Tanzimat’tan bu yana Batılılaşmayı hedefleyen ve giderek merkezîleşen imparatorluğun Batı’nın da baskılarıyla asker-sivil bürokrasi öncülüğünde tepeden inmeci bir yöntemle reform çabalarına girişmesi, halk ile elit arasında gerilimlere sebep oldu. O dönemde İttihat Terakki çatısı altında bir araya gelen asker-sivil bürokrasi, yeni cumhuriyette CHP ile özdeşleşti ve Türk siyasi hayatında merkez-çevre gerilimi giderek kronikleşen bir hâl aldı.
Merkez, kendi idealleri doğrultusunda bir toplum yaratmak için toplumu dönüştürmek gibi bir misyon üstlendi. Halkı istedikleri kültür ve şuur seviyesine ulaştırabilmek için “halka rağmen halk için” söylemiyle çok kısa bir süre içerisinde kapsamlı bir devrim sürecine girildi. Buna karşı gösterilen tepkiler, halkın kendi menfaatlerini anlayamayacak kadar cahil olduğu şeklinde yorumlandı. Gerçekleri anladıklarında kendilerine müteşekkir olacağına inanılan halkın iradesine müdahale, Anayasa’daki “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ibaresine rağmen bir gelenek halini aldı. Halkın talepleri ya hiç dikkate alınmadı ya da ‘irtica’ olarak damgalandı. Merkezin tepeden inmeci tavrına ve otoriterliğine karşı ortaya çıkan adem-i merkeziyetçi ve liberal görüşlü muhalif hareketler toplumun büyük teveccühünü kazansa da, bu hareketlerin kısa sürede asker-sivil bürokrasi tarafından etkisizleştirilmeleri veya kendi yanlarına çekilmeleriyle halk hayal kırıklığına uğradı. Ancak yine de merkezin kendi iktidarını sürdürmek üzere yaptığı girişimler ve sindirme faaliyetleri her defasında başarısızlıkla sonuçlandı; meşruiyeti tartışılan ve önüne engeller konan siyasi partiler büyük bir sandalye sayısıyla Meclise girdiler. Toplum mühendisliğinin başarısızlığa uğramasıyla Menderes 1950’lere, Demirel 1960’lara, Özal 1980’lere, Erbakan 1990’ların ortalarına ve Erdoğan 2000’lere damgasını vurdu.
Türk siyasi hayatında sıklıkla tekrarlanacak olan çevrenin merkezden kaçışının ilk örneği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)’dır. 17 Kasım 1924’te Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy gibi milli mücadelenin öncülerince kurulan parti, diktatörlüğe doğru kaymakta olan iktidarı kontrol eden bir muhalefet olma amacındaydı. Millet hakimiyetini temel hedef edinen parti, “halka rağmen halk için” tavrına karşı çıkmaktaydı. Liberal bir çizgiyi benimseyen partinin halkın büyük teveccühünü kazanması CHF’de sert tepkilere neden oldu ve parti irticacılık, ittihatçılık, saltanatçılık ve sosyalistlik gibi suçlamalara maruz kaldı. Şubat 1925’te çıkan Şeyh Sait İsyanı ve ardından çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile yeniden kurulan İstiklal Mahkemeleri iktidara muhalefeti tasfiye fırsatını verdi ve parti 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Daha sonraki dönemde ortaya çıkan İzmir suikastı ve Menemen olayı muhalefetsiz bir tek parti sistemine geçişin meşrulaştırıcı sebepleri olacaktı. Zira Ağustos 1930’da toplumun siyasi eğilimlerinin saptanması arzusuyla Mustafa Kemal’in ısrarı ve yönlendirmesiyle Ali Fethi Okyar’ın öncülüğünde ılımlı bir muhalefet yapmak üzere kurulan Serbest Cumhuriyet Fırka (SCF), TCF ile aynı kaderi paylaşarak 99 gün sonra kendi kendini feshetti. Cumhuriyet tarihinin bu ilk muhalefet denemelerinin yönetici elitin tahmin etmediği kadar yoğun halk desteği alması sonlarını getirdi. 1930’larla birlikte basın ve STK’lar dahil tüm muhalif sesler susturuldu, parti ile devlet tamamen bütünleştirildi. Zira “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış” bir millet söylemi, rekabet eden partiler yerine tek parti, tek lider, tek millet, tek din, tek eğitim ve tek kadro anlayışını beraberinde getirmekteydi.
1940’ların ikinci yarısından itibaren değişen dünya konjonktürüne paralel olarak Türkiye’de de değişim baş gösterdi. Otoriter rejimlerin yıkıldığı, demokrasi söyleminin yayıldığı ve Sovyet taleplerinin gündeme geldiği bir ortamda Türkiye, gerek BM’nin kurucu üyelerinden olabilmek, gerekse Amerika’nın ekonomik ve askerî yardımlarından pay alabilmek umuduyla çok partili hayata geçmek durumunda kaldı. Otoriter söylemini terk eden CHP, halkın taleplerine paralel bazı adımlar atmaya başladı.
Yeni dönemle birlikte merkez türdeşliğini kaybetmeye başladı. Zira merkezden bir parça, iktidara gelebilmek üzere sayısal üstünlüğe sahip olan çevreye yanaşmaktaydı. “Yeter söz milletin” sloganıyla 1950’de “beyaz ihtilal” yapan Demokrat Parti 27 yıllık tek parti iktidarını sona erdirdi. 1950’ler CHP ile özdeşleşen devletçi seçkinler ile DP’li siyasi seçkinler arasında mücadeleye sahne oldu. Atanmış asker-sivil bürokrasi itibarını ve gelirini kaybederken, seçilmiş yerel temsilciler güç kazandı. Çevre ekonomik ve sosyal alanda ilk kez ön plana çıktı; işadamları, serbest meslek sahipleri ve yerel seçkinler yeni döneme damgasını vurdu.
1950’ler ordu-siyaset ilişkisi açısından bir dönüm noktası oldu. Zira DP iktidarında en çok zarar gören kesim, Osmanlı’dan bu yana Batılılaşmanın ve değişimin sembolü askerlerdi. 1957 seçimlerinde güç kaybeden DP yönetiminin bazı anti-demokratik uygulamalarına karşı CHP, basın ve üniversite genç subaylarla el ele vererek, 27 yıllık tek parti iktidarını deviren DP’nin ipini 27 Mayıs 1960 darbesiyle çektiler. 1950’de frenlenmeden iktidara gelen çevre, kendilerini rejimin yegâne sahibi olarak gören asker-sivil bürokrasi tarafından sindirildi ve bundan böyle her 10 yılda bir merkezin gayrimeşru yollarla iktidarı ele geçirmesinin önü açıldı.
Merkezî seçkinler, her müdahale ile değişime uğrayan Anayasa Mahkemesi, MGK gibi kurumlarla kendi hareket ve müdahale alanlarını genişletirken siyasi seçkinlerinkini daralttılar. Önceki dönemde teoride de olsa egemenlik kayıtsız şartsız millete aitken, 1961 Anayasası ile milletin egemenliğinin anayasada belirtilen kurumlar aracılığıyla kullanılacağının altı çizildi. Böylece siyasi seçkinlerin hükümet olsalar dahi muktedir olmalarını engelleyen devletçi seçkinler, mutlak iktidarı kendi tekellerine aldılar.
Çok partili sisteme geçişle birlikte çevreye karşı iktidarını korumaya çalışan merkez, seçimlere sözlü ya da fiilî müdahaleyi bir gelenek haline getirdi; ancak çevre her defasında bu müdahaleleri boşa çıkardı. CHP’nin iktidarını garanti altına almak üzere çıkardığı seçim kanunuyla DP, 1950 seçimlerinde ezici bir zafer kazandı ve CHP kadrosunu tasfiye etti. Askerin ağırlığını koyduğu 1961 seçimlerinde CHP beklenilenin aksine oy oranını düşürürken, sistemin henüz meşruiyet kazanamamış partisi AP beklenmeyen bir oranda oy aldı. Ancak çevrenin bu temayülü göz ardı edilerek CHP’ye üç ayrı koalisyon hükümeti kurduruldu. Zira askerler “milletin hakiki temsilcisine verilmediği” takdirde iktidarı fiilen ele alabilecekleri sinyalini vermişti. 1965 seçimlerinde aldığı %52’lik oyla dört yıllık mücadelenin ardından meşruiyet kazanan AP, 1970’lerin başlarında verilen muhtıralardan kurtulamadı. Yine 1983 seçimleri öncesi askerî yönetimin tasarladığı siyasi yapı (MDP merkez sağın temsilcisi olarak iktidar, HP de merkez solun temsilcisi olarak muhalefet olacaktı) çevrenin ANAP’a teveccühüyle bozuldu. Benzerî müdahaleler 1990’ların ortalarında RP’nin yükselişini engelleyemedi ve sistem bir kez daha devletçi seçkinlerin müdahalesi ile karşı karşıya kaldı. 2002 seçimlerinde çevre her türlü yönlendirmeye rağmen yine CHP’ye beklenen ilgiyi göstermedi ve daha da önemlisi tüm diğer meşru partileri tasfiye ederken sistemin öcü olarak sunduğu AKP’yi %35’lik bir oyla tek başına iktidara taşıdı. Görüldüğü gibi çevreyi yönlendirme girişimleri her defasında hayal kırıklığıyla sonuçlansa da, kendini mutlak muktedir olarak gören merkez, gerektiğinde gayri meşru manevralarla ayrıcalıklı konumunu sürdürdü.
Öte yandan bu sürecin her zaman çevreye rağmen yürütüldüğünü söylemek de hatalı olur. Özellikle uluslararası konjonktürün çevrenin talepleriyle örtüştüğü dönemlerde devletçi seçkinler, çevrenin taleplerine kulaklarını tıkayamayarak bazı tavizler vermek durumunda kaldılar. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni dünya düzenine paralel olarak çok partili hayata geçiş, 1960’ların ortalarında “ortanın solu” söylemiyle CHP’nin ezilmişlerin partisi haline dönüşmeye başlaması, askerî darbenin ardından 1980’lerde gündeme gelen Türk-İslam sentezi ile ANAP iktidarı ve en nihayet 11 Eylül’ün ardından gündeme gelen ılımlı İslam ile AKP’nin iktidara yükselerek merkezi yeniden tanımlaması, iç ve dış politikada asker-sivil bürokrasiye rağmen giriştiği reformlar bu bağlamda ele alınabilir. Ancak buradaki temel problem, merkezin verdiği tavizlerin ne ölçüde kalıcı olduğudur. Zira bugüne kadar konjonktürel değişimler, statükoya dönüş için fırsat kollayan merkezin, verdiği tavizlerin acısını çıkarmasıyla sonuçlandı. Ya sistemden taviz koparan kesim darbelerle sindirildi ya da orta vadede çevrenin temsilcisi olarak ortaya çıkan partiler merkezin savunucusu haline dönüştürülerek halkın beklentileri boşa çıkarıldı. Bugün benzerî bir ikilem AKP iktidarını da tehdit etmektedir. AKP halihazırda her iki tarafı da memnun ve idare etme stratejisini yürütüyor olsa da, uzun vadede ya tabanın sesine kulak vererek sistemin şimşeklerini üzerine çekmek ya da sisteme entegre olarak tabanını kaybetmek durumunda kalacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et