TÜRKİYE Cumhuriyeti’nin 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs 2007’de doluyor. Altı yıl önce aldığı Ankara Gölbaşı’ndaki tripleks villasına taşınmaya hazırlanan Sezer’i Çankaya’ya taşıyan süreci ve yedi sene boyunca nasıl bir cumhurbaşkanı portresi çizdiğini hatırlayalım. Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı iken, 16 Mayıs 2000’debeklenmedik bir anda kendini Çankaya’da buluverdi. Zira üniversite mezunu olmadığı için cumhurbaşkanlığına adaylığını koyamayan ve kendi partisinden veya koalisyon partileri liderlerinden birinin Çankaya’ya çıkmasına da razı olmayan dönemin başbakanı Bülent Ecevit’in, sabık Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in görev süresini uzatacak Anayasa değişikliğini TBMM’den geçirtememesi üzerine Meclis dışından Anayasa Mahkemesi Başkanı Sezer’in ismi gündeme gelmişti. Meclis’te temsil edilen beş parti liderinin ortak mutabakatıyla aday gösterilen Sezer, 5 Mayıs’ta yapılan üçüncü turda aldığı 330 oyla cumhurbaşkanı seçildi. Yekta Güngör Özden ve Vural Savaş gibi meslektaşlarının militarist söylem ve tutumlarıyla öne çıktıkları bir dönemde Sezer’in, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümlerinde Başkan olarak yaptığı konuşmalarda çizdiği demokrat, özgürlükçü ve bireyi temel alan hukukçu portresi bu makama gelmesinde etkili oldu.
28 Şubat sürecinin ardından hukuksuzluğun ve keyfiliğin zirve yaptığı, yönetimin her kademesinde yolsuzlukların ayyuka çıktığı, devlet ile halk arasına duvarların örüldüğü bir dönemde hukukçu kimliğinin yanı sıra dürüst, mütevazı kişiliği ve aile hayatını öne çıkarmayan tutumuyla Sezer’in cumhurbaşkanlığı memnuniyetle karşılandı. Makam arabasının kırmızı ışıkta durması, alışverişini kendisinin yapması, yurtiçi gezilerinde karşılama töreni istememesi vs. ile sempati uyandırdı; içimizden biri gibi görüldü. Anayasa Mahkemesi Başkanı iken yaptığı konuşmaları ve Çankaya’daki ilk icraatları (mesela Ağustos 2000’de irtica ile mücadele kapsamında memurların görevden alınmasını kolaylaştıran KHK’yı yöntem açısından Anayasa’ya aykırı bularak iade etmesi) sebebiyle Sezer’in laik kimliği bile tartışmaya açıldı; başta Aydınlık grubu ve İşçi Partisi olmak üzere çeşitli çevrelerce ‘Fethullahçı’, ‘2. Cumhuriyetçi’ gibi sıfatlarla tavsif edildi. Ancak özellikle Kasım 2002’de AKP’nin tek başına iktidara gelmesiyle Sezer’in otoriter, devletçi ve yasakçı yüzü ortaya çıkacaktı.
Bir Cumhurbaşkanı Sezer portresi çizerken onun düşüncelerine ilişkin elimizdeki en önemli veriler, Meclis açılışları ve Harp Akademisi’ndeki konuşmaları ile siyasi göndermelerde bulunmayı ihmal etmediği bayram ve yılbaşı mesajlarından ibaret. Zira Sezer, yedi sene boyunca hiç basın toplantısı düzenlemedi, hiçbir gazeteciye özel röportaj vermedi, katıldığı toplantılarda okuduğu yazılı metinlerin dışına çıkmadı. Konuşma ve mesajlarındaki değişmez vurguları ise laiklik, irtica tehdidi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, seçim barajının düşürülmesi, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması, dokunulmazlıkların sınırlandırılması, yolsuzlukların önlenmesi, stratejik kuruluşların özelleştirilmemesi, TSK’nın önemi ve “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi oldu. Bunların dışındaki en önemli veriler ise, tabii ki yedi seneye damgasını vuran tartışmalı icraatlarıydı.
Siyasi açıdan pasif bir görüntü arz ederek kendinden önceki siyaset kökenli iki selefinin gölgesinde kalan Sezer, hukuki yetkileri kullanmada neredeyse tüm cumhurbaşkanlarının önüne geçti. 1961’den bugüne kadar cumhurbaşkanlarının TBMM’ye yeniden görüşülmek üzere iade ettikleri kanunların %40’ı ve hakkında Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılan kanun, KHK ve içtüzüklerin %57’si Cumhurbaşkanı Sezer’e aitti. Özellikle AKP hükümetinin bürokrat atamalarının önemli bir kısmını geri çevirmesiyle TRT’den TÜBİTAK’a birçok kurum vekaletle yönetilir hale geldi; hatta yılların dışişleri bürokratlarının bile son atamalarını onaylamadı. Üst düzey bürokrat atamalarına ilişkin hükümet kararnamelerini onaylama/veto etmeden evvel ilgili kişiyi apartman kapıcıları, mahalle bakkallarına sordurması ise tam bir kara mizahtı. Bu tasarruflarına ilişkin aldığı eleştirilere cevaben, “Anayasa’yı, hukukun evrensel ilkelerini ve kamu yararını” gerekçe göstermesi ise ikna edici olmaktan uzaktı. Zira hükümeti kadrolaşmakla suçlarken, kendi atamalarında yakın çevresinden aşırı sol görüşlü kişileri tercih etmesi dikkatlerden kaçmadı. Hatta özel afla serbest bırakılmasını sağladığı 260 mahkumun 200’e yakını PKK ve destekçisi yasadışı sol örgütlere mensuptu. Terörist affında, AKP atamalarına karşı gösterdiği hassasiyeti göstermemesi oldukça manidardı. “Cumhurbaşkanlığı cumhuriyeti temsil eder, kamu alanıdır, orada başörtüsü takılamaz” sözleriyle kamusal alan tartışmalarını alevlendiren Sezer, 2003’ten itibaren Köşk resepsiyonlarına başörtülü eşleri davet etmedi, başörtülülerin katıldığı davetlere de gitmedi. Tarafgirliğine ilişkin itirazlara karşı ise, Anayasa’ya göre cumhurbaşkanının siyasal açıdan tarafsız ancak rejiminin “kırmızı çizgileri” olan Cumhuriyet’in anayasal ilkelerinden yana taraf olmasının, içtiği andın ve anayasal görevinin gereği olduğunu vurguladı. Ancak “Acaba aşırı sol kesimi kayırması ve teröristlerin affı anayasal ilkelerle ne derece bağdaşıyordu?” sorusu zihinlere ister istemez takıldı.
Siyasetin gerektirdiği inceliklere ve esnekliğe sahip olmayan Sezer, dar hukuki çerçevenin dışına çıkamadı ve Çankaya’da adeta bir hâkim gibi davrandı. Anayasa Mahkemesi Başkanı iken “(siyasi ve hukuki açıdan) sorumsuz bir cumhurbaşkanının yönetimi paylaşması ve tek başına önemli yetkiler kullanması demokratik devlet düzeniyle bağdaşmaz” diyen Sezer, özellikle AKP’nin iktidara gelmesinden sonra rejimin bekası(!) için demokrasi vurgusundan vazgeçti; Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemesi kararlarını alabildiğine geniş yorumlayarak siyasi iktidarı ‘denetleyen’ bir muhalefet odağı haline geldi. Gerek bürokrasi geçmişi gerekse kendisine has siyasi çizgisinden dolayı ne ANASOL-M ne de AKP hükümetleriyle anlaşabildi; sık sık Çankaya ile Bakanlıklar arasında kriz yaşandı. Etkileri en derin olan ise hiç şüphesiz, Sezer’in 19 Şubat 2001 MGK’sında yaşanan tartışmada Başbakan Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığını fırlatmasıyla Türkiye’nin en büyük ekonomik krizlerden birinin tetiklenmesiydi.
Sezer’in bu icraatlarında siyaseti bilmemesinden ve hukukçu kimliğinden kaynaklanan katılığının yanı sıra 19. yüzyıl pozitivist felsefesine bağlılığı da etkili oldu. Klasik devletçi bakış açısıyla bireye karşı devleti öncelemeyi tercih eden Sezer, tepeden inmeci bir anlayışla bireyi ve toplumu ‘modernleştirme’ye yöneldi. Kullandığı ‘Öztürkçe’ dil bile bu anlayışının bir yansımasıydı. Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı gibi uluslararası projeler dışında temel atma veya açılış törenine katılmamasının yanı sıra, 1923-2005 arasındaki 82 senede cumhurbaşkanlarınca yapılan toplam 2.179 yurtiçi ziyaretin sadece 99’unun (46’sı İstanbul’a) Cumhurbaşkanı Sezer’e ait olması, başlı başına onun ne derece halktan kopuk olduğunu ortaya koyuyordu.
Tek parti zihniyeti ve yönetim tarzını kendisine temel referans alan Sezer, yedi sene boyunca tüm tenkitlere rağmen, gerek iç gerekse dış politikada inandığı katı ideolojik ilkeleri tavizsiz yerine getirmeye çalıştı. Sezer, bu tavizsiz tavrıyla kendisini seçen ANASOL-M hükümetiyle hep sorunlar yaşadı; hatta DSP’li Hüsamettin Özkan’ın “nankör kedi”si oldu. Ancak AKP hükümetiyle birlikte eski defterler kapandı, rafa kaldırıldı. AKP’ye karşı açtığı bayrak sayesinde giderayak “Atatürk ve İnönü’den sonraki en büyük üçüncü isim” haline geliverdi. Her şeye rağmen Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve muhtemelen son hukukçu cumhurbaşkanı olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Zira Sezer tecrübesinin ardından bundan böyle, onun gidişine ‘ağlaşan’ sol partiler dâhil, hiçbir siyasi iktidar yüksek yargı organlarına mensup bir bürokratı cumhurbaşkanlığına aday göstermeye cesaret edemeyecek, etse dahi Meclis’te yeterli oyu alamayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et