GELENEKSEL olarak Türk dış politikası, Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’lara kadar sınırları dışındaki Türk ve Müslüman topluluklarla yakınlık kurmaktan bilinçli olarak kaçındı; onlara karşı duyarsız kaldı. 1921 yılında Sovyet Rusya ile imzalanan Moskova Anlaşması’nın 8. maddesinde komünist ve pan-Türkist hareketlerden korkan taraflar, birbirlerinin topraklarındaki nüfusu provoke etmeme taahhüdünde bulundular. İzlenen bu politikaya paralel olarak, 1925’te SSCB’nin Orta Asya Cumhuriyetleri’ni tamamen egemenliği altına almasının ardından 1990’lara kadar, buradaki Türk toplumlarıyla herhangi bir ilişki kurulmadı. 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni cumhuriyetleri ilk tanıyan (16 Aralık 1991) ve diplomatik ilişki kuran devlet ise Türkiye oldu.
1990’ların başında geleneksel dış politikadan sapışın ardında yatan sebepler nelerdi? Soğuk Savaş’ın bir anda sona ermesiyle anti-komünist bir kale olan Türkiye’nin önemi tartışılır hale gelmişti. 1987 yılında yapılan AB’ye üyelik başvurusu ise 1989’a gelindiğinde reddedilmişti. Yine Türkiye Kıbrıs, terörizm, su gibi konularda tezlerini uluslararası alanda kabul ettirememekte ve giderek yalnızlaşmaktaydı. Bu şartlar altında bir anda aynı din, dil, tarih ve kültürü paylaşan yeni devletlerin ortaya çıkması Türkiye’de büyük heyecan yarattı; tabii müttefik olarak görülen bu devletler, yeni bir hareket ve fırsatlar alanı olarak değerlendirildi. Tıpkı Arap ve Latin Amerika devletleri gibi Türkiye de BM’de Türk Cumhuriyetleri ile bir grup oluşturulabilme arzusundaydı. Buna, bölgede Sovyetlerin bıraktığı güç boşluğundan İran’ın yararlanması riskine karşı ABD’nin Türkiye’yi demokratik ve laik bir ‘model’ olarak sunması da eklenince, Turgut Özal liderliğindeki Türkiye, geleneksel politikasından ayrılarak aktif bir dış politika takip etmeye başladı.
Yeni rolünden oldukça memnun kalan ve bunu hâlâ önemli bir oyuncu olduğunu ispatlayabilmek için bir fırsat olarak gören Türkiye, büyük bir coşkuyla bölgeye yöneldi. Birinci kuşak komşularıyla yaşadığı problemleri aşabilmek için ikinci kuşak komşularıyla imkanlar el verdiği ölçüde kapsamlı bir işbirliğine yönelerek ilişkilerini çeşitlendirmek ve böylece yeni bir güvenlik ağı oluşturmak niyetindeydi. Bu cumhuriyetlerin BM, AGİT, EİT ve NATO’nun BİO (Barış İçin Ortaklık) programına katılmalarına destek vererek dış dünyaya açılmalarına yardım etti. Karşılıklı üst düzey ziyaretlerde, her alanda ilişkileri geliştirmek üzere 500’e yakın ikili ve çok taraflı anlaşma imzalandı. Bu konuda koordinasyonu sağlamak üzere bir de Türk Cumhuriyetleri’nden Sorumlu Devlet Bakanlığı kuruldu. Ocak 1992’de siyasî ilişkiler alanında en önemli rolü oynaması beklenen Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı (TİKA) kuruldu. Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkileri en üst düzeyde geliştirmek amacıyla Ekim 1992’den itibaren cumhurbaşkanları arasında zirveler düzenlenmeye başlandı. Ekonomik reformlar için Eximbank kredileriyle bu ülkelere destek sağlandı. Arap alfabesini kabul eden Tacikistan dışındaki cumhuriyetlerde Türkiye’nin teşvikiyle Latin alfabesine geçildi. Gelecekte ikili ilişkilerde köprü olmaları umuduyla yaklaşık 10 bin öğrenciye burs verilerek, Türkiye’de eğitim almaları sağlandı. İlk olarak TRT, ardından diğer özel kanallar bölgede televizyon yayınına başladılar. Yaklaşık 25 bin öğrenciye eğitim veren 156 özel, 12 resmî Türk okulu açıldı. Diyanet de bölgedeki dini boşluğu doldurmak üzere harekete geçti; bu kapsamda kitap ve imam gönderildi, cami inşası ve onarımı yapıldı, dini eğitim verilmek üzere Türkiye’ye öğrenci getirildi ve bölgede İlahiyat Fakülteleri açıldı.
İddialı ve nostaljik söylemlerle hızlı bir şekilde Orta Asya’ya açılan Türkiye, bölge gerçeklerinden habersiz ve hazırlıksız olması ve ilişkileri ileri düzeylere taşıyacak yetişmiş kadrosu bulunmaması nedeniyle yaptığı girişimlerde beklediği başarıyı elde edemedi. Kısa sürede hayal kırıklığına uğranmasının ardında pek çok sebep sayılabilir. İlk olarak tarafların birbirlerinden beklentileri farklıydı. Bu ilk kez Ekim 1992’de Ankara’da düzenlenen cumhurbaşkanları arasındaki zirvede ortaya çıktı. Gelecek yüzyılın Türk yüzyılı olacağını belirten Özal’ın ortak pazar ve ortak yatırım bankası kurulması gibi teklifleri kabul görmedi. Zira yeni Rus etkisinden kurtularak bağımsızlığını kazanan devletler, bu sefer de Türk etkisi altına girmek istemiyorlardı. Türkiye’nin ağabey rolünü üstlenmeye kalkışması bölgede büyük rahatsızlık uyandırdı. Demirel’in Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası söylemi gibi pan-Türkist söylemlerse gerek Batı’da, gerekse Rusya’da tepkiyle karşılandı. Türkiye’yi model olarak bölgeye süren ABD, çoğunluğu sünni olan Orta Asya’da İran etkisinin sınırlı olduğunu görünce ve Rusya da bölgeye yeniden dönünce, yavaş yavaş desteğini çekmeye başladı. Zaten Orta Asya devletleri arasında Türk modeli cazibesini kaybediyordu. Siyasî ve iktisadî problemlerle boğuşan, Güneydoğu’da terörle mücadele eden ve komşularıyla sorunlu bir Türkiye’nin ne derece başarılı bir model olduğu tartışılmaya başlandı. Yine Azerbaycan’da destek verdiği Elçibey’in, Rusya’nın desteklediği Aliyev karşısında başarısız kalması, Türkiye’nin güçlü devlet imajına zarar verdi. Orta Asya Cumhuriyetleri’nin liderleri, tıpkı Azerbaycan’da olduğu gibi Türkiye’nin muhalifleri destekleyerek kendi iktidarlarını tehdit edebileceğinden endişe duymaya başladılar. Rusya 1993’te ilan ettiği “yakın çevre” politikasıyla BDT ülkelerinin kendisi için hâlâ hayatî önem taşıyan öncelikli alan olduğunu ortaya koydu. Böylece Türkiye, Orta Asya’da Rusya ile rakip hale geldi. Ancak Batı’nın desteğini çekmesiyle Türkiye yavaş yavaş bölgeden uzaklaşmaya başladı. Zaten ortak tarih yazımı ve ortak dil oluşturma gibi iddialı projelerin yanı sıra, yukarıda bahsettiğimiz siyasî, ekonomik ve kültürel alanda atılan adımların büyük bir kısmı da beklenen başarıyı verememişti. Bu, iki taraf arasında hayal kırıklığını beraberinde getirdi. Öte yandan Türkiye’nin uluslararası alanda yalnızlıktan kurtulma ümidi de gerçekleşemedi; Orta Asya Cumhuriyetleri KKTC’yi tanımadı, Azeri-Ermeni Savaşı’nda Ermenistan’ı kınamaktan dahi çekindiler ve Ermeni soykırımı iddialarında Türkiye’ye destek vermek şöyle dursun, son dönemlerde Ermenistan’ı destekler açıklamalarda bile bulundular. Başlangıçta her iki tarafın da büyük umutlar besleyerek attığı ani ve idealist adımlar, yapılan hatalardan alınan derslerle ve bölge gerçekleri öğrenildikçe giderek daha realist politikalara dönüştü.
Hedeflenen ölçeğin giderek küçülmesine rağmen Orta Asya Cumhuriyetleri ile ilişkilerin -Özbekistan dışında- bugüne kadar genel olarak iyi bir seyir izlediği söylenebilir. Türkiye, Kazakistan’ın ve Türkmenistan’ın başta enerji olmak üzere ekonomik alanda göz ardı edildikleri yolundaki sitemlerine maruz kalmaktadır. İkili ilişkilerin en iyi gittiği ülke ise Kırgızistan’dır. Kırgızistan, KKTC’ye üst düzeyde ziyaret yapan ve kültürel alanda anlaşmalar imzalayan nadir ülkelerden biridir. Türkiye’nin Tacikistan ile ilişkisi ise başlangıçtan bu yana alt düzeylerdedir; zira Türklerin küçük bir azınlığı oluşturduğu Tacikistan, Türk Cumhuriyetleri grubuna dahil değildir. Özbekistan ile ilişkiler ise 1990’ların ortalarından itibaren siyasî ve ekonomik alandan uzaklaşarak güvenlik temeline dayandırıldı. İslamî hareketlerin oldukça güçlü olduğu bu ülkede, muhalefete yönelik ağır baskı ve sindirme politikası uygulanmakta. Bu bağlamda iktidar, ERK Partisi lideri Muhammed Salih ve diğer muhaliflerin Türkiye’de bulunmalarından ve destek görmelerinden oldukça rahatsızdı. Özbekistan’ın, Şubat 1999’da Devlet Başkanı İslam Kerimov’a yönelik suikast girişiminden sorumlu tuttuğu iki kişinin Türkiye’de bulunduğunu belirterek iadelerini istemesiyle ilişkiler iyice gerildi. Özbekistan’da faaliyet gösteren Türk okulları kapatıldı ve Türkiye’deki Özbek öğrenciler geri çekildi. Salih’in Türkiye’deki faaliyetlerinin engellenmesi ve sınır dışı edilmesi, diğer muhaliflerin de iade edilmeleriyle iki ülke arasında ilişkiler düzelmeye başladı. Ardından Cumhurbaşkanı Sezer’in Özbekistan ziyaretinde askerî eğitim ve işbirliği ile terörle mücadele konularında 5 anlaşma imzalandı. “Terörle mücadele” adı altında 28 Şubat deneyimlerini aktarma fırsatı bulan Türkiye, Kerimov’a yönelik muhalefeti susturacak askerî yardımlar yaptı ve Özbekistan’a özel timler yerleştirdi. Özellikle 11 Eylül’ün ardından teröre karşı işbirliği ve dinî akımlarla mücadele konusunda Türkiye, benzer yardımlara diğer Türk Cumhuriyetleri’ni de dahil etti. Bu bağlamda kamu görevlilerine ve askeri personele teknik yardım ve eğitim vermeye devam ediyor.
11 Eylül’ün ardından ABD’nin bölgeye girişiyle Orta Asya’nın stratejik önemi daha da arttı. Bir zamanlar Batı’nın teşvikiyle model olmak üzere öne çıkan Türkiye, bölge konusunda bilgisizliğinin ve hazırlıksızlığının sonucu olarak kısa sürede geri çekilmek durumunda kaldı. Aradan geçen on yılı aşkın süreye rağmen Türkiye hâlâ bölgeye ilişkin gerçekçi bir vizyona sahip değildir. Böyle olunca da ilişkiler hak ettiği düzeye bir türlü ulaşamıyor.
Paylaş
Tavsiye Et