RUSYA’DAKİ demokrasiye aykırı uygulamaların dünya gündemine geldiği Nisan ayı, bu ülkeye demokrasiyi getiren adam olarak tarihe geçen Boris Nikolayeviç Yeltsin’in ölümüne sahne oldu. 23 Nisan’da 76 yaşında Kremlin’deki bir hastanede hayata veda eden Yeltsin, Haziran 1991’de Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti’nin (RSFSC) devlet başkanı olarak başladığı liderlik yolculuğunu, Aralık 1999’da Rusya Federasyonu’nun devlet başkanı olarak noktalamıştı. Ağustos 1991’de Rus parlamento binasının önünde tankların üzerine çıkarak, çökmekte olan sistemi reforme etmeye çalışan dönemin Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’a yönelik darbe girişimine direnen Yeltsin, bu hareketiyle “demokrasi kahramanı” sıfatını kazandı. Ve 25 Aralık 1991’de RSFSC ile birlikte Sovyetler Birliği’ni oluşturan diğer 14 Sovyet cumhuriyetinin de bağımsızlıklarına izin vermek suretiyle SSCB’nin barışçıl bir şekilde dağılmasına öncülük etti. Rusya’nın otoritarizmden demokrasiye, komünizmden kapitalizme tarihi dönüşümüne imzasını atan Yeltsin, 25 Nisan’da Moskova’da düzenlenen görkemli bir cenaze töreniyle toprağa verildi. ABD ve Avrupa medyasında Yeltsin’in ardından yapılan yorumların ortak teması, liderliği sırasında işlediği günahların büyüklüğünün, sevaplarını gölgede bıraktığı yönündeydi. Rus tarihinin halk oyuyla seçilen ilk devlet başkanı olarak ne yazık ki yönetimini, ülkesinde demokrasi adına elde edilen tüm kazanımları hasara uğratarak sona erdirdi. 1993’te Moskova sokaklarında şiddet eylemleri başlatan komünist muhalifleri durdurmak için, bir zamanlar kendisinin savunduğu aynı parlamento binasına tanklar ve askerler gönderdi. Daha da kötüsü 1994’te Rusya’ya bağlı özerk Çeçenistan Cumhuriyeti’nin bağımsızlık talebini işgal yoluyla bastırmaya yönelerek on binlerce insanın ölümüne neden olan bir savaşa yol açtı.
Rus ordusu 1996’da geri çekilmek zorunda kaldıysa da bu savaş, 1999’da Yeltsin’in başbakanı olarak görev yapan Vladimir Putin’in başlattığı çok daha kanlı ikinci bir savaşa zemin hazırladı. Ekonomik sistemi “şok terapi” denilen bir yöntemle, hiçbir tedbir almadan ve gerekli alt yapıyı hazırlamadan dönüştürmeye çalışan Yeltsin, bu süreç içinde eski komünist bürokratların, aşırı zengin oligarklar haline gelmelerine göz yumdu. Rus toplumu Yeltsin döneminde bir yandan ifade ve örgütlenme özgürlüğü, serbest seçimler gibi demokrasinin nimetlerinden faydalanırken; diğer yandan sefalet, istikrarsızlık ve yolsuzluk yüzünden tam bir başıbozukluğa sürüklendi. Ardı ardına değişen başbakanlar, Rusya’nın içinde bulunduğu kaotik durumun en büyük göstergesiydi. Bu dönem, 1999 sonunda Yeltsin’in koltuğunu eski bir KGB ajanı olan Başbakan Vladimir Putin’e devrederek istifa etmesiyle sona erdi. Ve Rusya için, bu karizmatik ve genç siyasetçinin liderliğinde, ekonomik refah ve istikrar sağlanırken siyasi sistemin gittikçe otoriterleşme eğilimi gösterdiği yeni bir dönem başladı.
Rusya’nın yeni çarı olarak nitelendirilen Putin, izlediği akılcı politikalarla ülkesine eski güç ve prestijini kazandırmayı başardı. Rusya’nın sahip olduğu petrol ve doğalgaz zenginliği, Soğuk Savaş sonrasında ülkenin jeo-politik stratejilerinin odağına yerleşmişti. Rusya’yı Avrasya’nın lideri konumuna getirmeyi hedefleyen Putin de bu stratejiyi daha da yoğunlaştırarak izlemeyi sürdürdü. Rusya, hem üretici hem de Kafkas ve Orta Asya petrol ve doğalgazının geçiş hattı olarak Avrasya’nın enerji merkezine dönüşürken, 2000’lerin başlarından itibaren enerji fiyatlarının yükselmesinden kaynaklanan muazzam gelir sayesinde ekonomik refah ve istikrara kavuştu.
Ancak Putin’in Rusya’sı ekonomik yönden zenginleşirken, siyasi özgürlükler açısından gittikçe fakirleşiyordu. Yeltsin’in sarhoşluğu ile ilgili espriler yayınlayabilecek kadar serbest olan devlet kontrolündeki TV kanalları, Putin ve yönetimi hakkında en ufak bir eleştiriyi yahut muhalefetin yaptıklarını yayınlayamaz hale geldiler. Kremlin 2001’den itibaren Rus halkının çoğunluğunun başlıca haber kaynağı olan devlet televizyonu üzerinde tam bir tekel oluşturdu. Yazılı basında bağımsız yayımlar mevcut olsa da gazete ve dergilerin çoğunluğu Putin’i eleştirmekten kaçınıyorlar.
Muhalefetin örgütlenme ve gösteri yapma haklarındaki kısıtlamaların artmasına yol açan kırılma noktası, 2005 başlarında Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da gerçekleşen ve bu ülkelerdeki Rusya yanlısı hükümetlerin devrilmesiyle sonuçlanan renkli devrimlerdi. Servetini dünyada demokrasinin güçlenmesine(!) adadığını ilan eden Amerikalı spekülatör George Soros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün önemli bir rol oynadığı bu iktidar değişimlerinden sonra Kremlin, Rusya’da faaliyet gösteren STK’lara karşı açık bir cephe aldı. Muhalefet partileri ile STK’ların protesto ve mitingler için izin almaları iyice zorlaştı.
Polisin izinsiz gösteri yapanlara karşı tavrı da iyice sertleşti. Son olarak Nisan boyunca Nevsky Prospekt, St. Petersburg ve Moskova şehirlerinde düzenlenen oldukça geniş katılımlı protesto gösterileri, polisin müdahalesi ve göstericilerin tutuklanmaları ile sonuçlandı. Putin yönetimine karşı tepkilerin ortaya konulduğu ve Aralık 2007’de yapılacak parlamento seçimlerinin adil olması talebinin dile getirildiği bu gösteriler, çok sayıda muhalefet partisinin bir araya gelerek oluşturdukları bir koalisyon olan “Başka Rusya” tarafından düzenlenmişti. Liberallerden komünistlere kadar geniş bir siyasi yelpazeyi kapsayan bu koalisyonun, 2008 Mart’ında düzenlenecek devlet başkanlığı seçimleri için ortak bir aday önermeleri de bekleniyor.
İki dönemdir devlet başkanlığı görevini yürüten Putin, anayasa gereği üçüncü defa devlet başkanlığına aday olamayacak. Destekçileri Putin’i yeniden aday yapmak için anayasa değişikliği istiyorlar. Fakat Putin, 26 Nisan’da yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında “Gelecek ulusa sesleniş konuşmasını, başka bir başkan yapacak” sözleriyle aday olmayacağını yineledi. Putin bu sözleriyle Rusya’nın yeniden dünya siyasetine ağırlığına koyma çabalarından hiç hoşlanmayan Batı’nın yüreğine su serpmiş olsa da, aynı konuşmasında Batı’ya verdiği sert mesajlarla ABD ve Avrupa’nın sevinçlerini kursaklarında bırakmayı başardı.
Batı’yı “demokrasiye destek” adı altında “sömürgeci taktikler gütmekle” suçlayan Putin, Doğu Avrupa’ya füze kalkanı kurmaya çalışan ABD’yi Soğuk Savaş’ın bitişini simgeleyen ve tüm Avrupa’daki silahların azaltılmasını öngören “Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması”nı dondurmakla tehdit etti. Batı basını tarafından “yeniden Soğuk Savaş’ı başlatmak”la suçlanan bu tavrın, Putin’in halefi döneminde de devam edeceğinden pek şüphe yok. Zira ismi henüz netleşmese de Rusya’nın yeni devlet başkanının Putin’in ekibinden olacağı ortada. Yeniden belini doğrultan Rusya, ABD’nin post-modern imparatorluk kurma çabalarına karşı Avrasya merkezli bir direniş cephesi oluşturmaya çalışıyor. Bu çabanın devamı, uluslararası sistemin çok kutuplu bir yapıya kavuşabilmesi için hayati bir önem taşıyor.
Paylaş
Tavsiye Et