AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türk hukuk mevzuatının bağıtlı olduğu üst başvuru mahkemesi olarak, ülkemizdeki iç hukuk yollarının bir devamı mahiyetindedir. Yani eğitim veya çalışma hakkı engellenen bir kişi için, Danıştay’da hakkını arama hangi hukuki değerdeyse, AİHM’e başvuru da aynı anlamı mündemiçtir.
Dolayısıyla “türban” davalarının AİHM’e götürülmesini eleştirenlerin gözden kaçırdığı bir husus olarak imzalanan uluslararası anlaşmalar çerçevesinde Strasbourg’a yapılan başvuruları hukuk felsefesi açısından çok anlamlı buluyorum.
Bununla birlikte AİHM, elbette siyasal yönü ağır basan bir başvuru makamıdır. Özellikle Avrupa’nın kendi içinde halledemediği; farklılıklar ve tolerans gibi kavramların sıkıştırıcı gücü arasında şekillenmiş bir koridordayız. Fakat hukuk, zaten uzun yıllara yaslanmış tartışmalar eşliğinde şekillenen yapısıyla bu şekilde işler. Yani tartışma zeminine girmiş olmanın, dünya hukuk seyrine dâhil olmak şeklinde mühim bir anlamı var. 1987 yılında sadece üniversiteli öğrenciler üzerinden yaşadığımız örtünmeye dair problemler bugün dünya kamuoyuna mal olmuş, uluslararası hukuk tartışmalarında ve felsefede önemli ve yeni girişimlere sebep olmuştur.
Dışarıdan bakıldığında sorun veya dışlanma şeklinde algılanabilecek Leyla Şahin Davası’nın her ne kadar yenilgi gibi dursa da çok önemli sonuçlar doğurduğunu düşünüyorum. Yargıç Tulkens ve Evans’ın da belirttikleri gibi Leyla Şahin Davası her şeyden evvel evrensel ve çoğulcu olduğunu ifade eden Avrupa hukuk anlayışının tam bir kırılma noktası olmuştur.
Bu davadan sonra, Avrupa hukukundaki evrensel ve soyut insan kavramının, sadece beyaz, göçmen olmayan ve Hıristiyan Avrupalılar için geçerli olduğu sonucu çıkmıştır. AİHM’in bağıtlı olduğunu iddia ettiği Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin anlamını yitirdiği, Avrupa hukukunun sadece site içindeki steril vatandaşlar için geçerli lokal bir deklarasyon olduğu ortaya çıkmıştır.
Leyla Şahin Davası örtülü kadınlar için değil, ama “Avrupa İnsan Hakları” söylemi adına kesin bir yenilgidir.
Bu davayla AİHM’in yol açtığı çifte standart ve ayrımcılık, Avrupa’nın kendi içinde giderek yükselen göçmenler ve yeni Avrupalılar gibi devasa sorunlara karşı içe kapanmacı ve çözümsüz bir geleceğe yürüyeceğini de göstermektedir.
AİHM’deki Leyla Şahin Davası’nda atıf yapılan 1991 tarihli Türkiye Anayasa Mahkemesi kararı başörtüsünün kadın-erkek eşitsizliğine yol açtığını dile getirmektedir. Halbuki başörtüsü konusu dinî bir meseledir. Oysa ne Anayasa Mahkemesi ne de ona atıf yapan AİHM, mağdur tarafların “Dinî hakkımı kullanıyorum” savunmasına kulak vermiş; kişileri değil, aslında İslam dinini yargı ve eleştiriye açmıştır.
Avrupa-merkezci bir düzlem üzerinden kendi dışındaki her gerçeğe kör olan bu benmerkezci bakış, gerek iç hukukumuzdaki gerekse Avrupa hukukundaki karşılığını yokluk veya uygunsuzluk olarak bulmaktadır. Bu bakışa göre; İslam dini yoktur veya uygunsuzdur. Halbuki hiçbir mahkemenin dinleri yargılama hakkı yoktur. Yargıç Tulkens’in de değindiği gibi bu konum sekülerizmle ilgili değildir, bu konu haklar ve tedbirler başlığında ölçülülük ilkesinin bariz olarak aşılmasıdır.
Hanna Arendt’in faşizmden hareketle ifade ettiği “kişilerin yapıp yapmadıkları üzerinden değil de ‘öylelikleri’ üzerinden üretilen potansiyel suç algısı”, “türban” davalarının manivelası hükmündedir. Kız öğrenciler veya meslek sahibi kadınlar, işledikleri herhangi bir suçtan dolayı değil, “öyle oldukları” için cezalandırılmaktadır.
Dıştan bakıldığında hoyratça ve kolaycılıkla cezalandırma müeyyidesine uğrayan taraf, öğrenci ve meslek sahibi kadınlardır. Fakat bu süreç aynı zamanda hukukun iddia edildiği gibi evrensel olmadığını ve insanlığın geleceği için birlikte barış içinde yaşamaya dair hiçbir teklifi barındırmadığını da ortaya koymaktadır.
Gelinen noktada Avrupacı Doğal Hukuk Felsefesi’nin çöküşünü seyrediyoruz hep birlikte, Aydınlanmacı tezin çatlayışını…
Paylaş
Tavsiye Et