AK Parti’ye kapatılma davası Türkiye gündemine oturdu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında açılması tartışılan dava, on ay gecikmeyle de olsa gelmiş oldu. Bu ay içinde seneyi devriyesini idrak edeceğimiz 27 Nisan “korsan bildiri” tadındaki e-muhtırası ile başlayan süreç, bütün Türkiye’ye oldukça derin bir kriz hediye edecek kıvama ulaşmış oldu. Yaşanan gelişmeleri krizin araçlarına odaklanarak okursak “kaos”tan; krizin sonuçlarını hesaba katarak anlarsak “düzen”den bahsedebiliriz. 27 Nisan’ın Türkiye’nin milli normalleşmesine bir katkı sunduğu iddiası, doğurduğu sonuçlarla teyit edilmişti. AK Parti’ye yönelik kapatılma davasının açıldığı 14 Mart da pekâlâ “milli normalleşme”mize bir başka katkı imkanı sağlayabilir. 27 Nisan, 22 Temmuz’la neshedilmiş; AK Parti tam olarak krizden gereken dersi çıkaramasa da, sosyoloji AK Parti’nin milli normalleşme ekseninden uzaklaşmasını engellemişti. 14 Mart, hem mezkur sosyolojinin farklı katmanlarını daha fazla birleştirdi, hem de Türkiye’nin bütün coğrafyasından temsil gücüne sahip olan tek partiyi güçlendirmiş oldu. Peki, madem her şey bu denli yolunda, bunca tartışma ne diye yapılıyor? Bu dava niçin açıldı?
AK Parti’yi kapatma davasının birçok sebebi olabilir. Bizce bu sebeplerden en yakını ve tahrik edici olanı Mart ayında yaşandı. AK Parti iktidarı Cumhuriyet tarihinde ilk kez yerleşik iktidarı tehdit etti. Eğer yerleşik iktidardan kasıt en genel anlamda “CHP+Asker=İktidar” ise, Kuzey Irak operasyonu sonrası bu denklem bozulma ihtimali içerisine girdi. Türkiye’nin milli normalleşmesinin kilidi olan “sağ hükümet+asker=millet iktidarı” ilk kez gerçekçi bir ihtimal olarak ortaya çıktı. Denklemlerin ve yerleşik iktidarların değişmesi elbette kolay değil. Muhalefetin askeri eleştirmesiyle ya da TSK’nın muhalefeti sert bir dille azarlamasıyla, mezkur denklemler hızla değişmeyecektir kuşkusuz. Ama 27 Nisan’da başlayan sürecin sonuçlarını okuduğumuzda, 14 Mart müdahalesinin sonucunun da bu denklemi değiştirmeye yardımcı olacağını söylememiz mümkün. Millet ile TSK’yı karşı karşıya getirme sonucunu doğuracak denklemler kurgulamaktan bir türlü kurtulamayanlar, Türkiye’nin milli normalleşmesine istemeyerek de olsa katkı sağlamaktan kendilerini alıkoyamayacaklar. 27 Nisan’da bunu en iyi şekilde tecrübe ettik. 14 Mart da farklı olmayacak.
Türkiye’nin iç konsolidasyonuna, milletleşme çabalarına sömürgeci bir dil kullanarak direnen “Müesses Nizam”ın anakronik unsurları, kâh önlerine konulan bir projeyi hayata geçirmek için, kâh kinin sonucu ortaya çıkan akıl tutulması ile gündeme düşüveriyorlar. Ve neredeyse her seferinde tasfiye yapmaya kalkarken, tasfiye oluyorlar. 27 Nisan tasfiyesinin sonucu “hainlerden daha fazla zarar verenler” ifadesi olurken, 14 Mart tasfiyesinin sonucu Türkiye’nin her yerinden temsil gücüne sahip olan “ortak irade”ye saldırıların, milli güvenliğin teminatı adına koruma altına alınması olabilir. AK Parti’yi Türkiye resminden tasfiye etmeye çalışmak, bütün milleti yatay kesebilen eldeki tek fay hattını harekete geçirmekten farksız olacaktır. Bu girişimde bulunanların sosyolojiyi iptal etmenin mümkün olamayacağını idrak edecek zihinsel donanımda olmadıkları, hazırladıkları iddianameden anlaşılıyor. Tam da bu donanım eksikliğinden dolayı milli normalleşmeye katkı sağlamaları kaderleri olacaktır. Milletin devletini, hileyle ve cebren milletten uzak tutma manevraları, bu son hamle ile milletin devletine bir kez daha sahip çıkmasıyla sonuçlanacaktır. Bunun davanın sonucuyla derin bir ilişkisi ise bulunmamaktadır. Yani dava sonucunda AK Parti pekâlâ kapatılabilir. 2008 şartlarında, Türkiye sosyolojisinin, küresel ve bölgesel şartların geldiği son ekonomi politik ortamda, iktidar partisini kapatmanın maliyeti altından millet, iç konsolidasyonunu daha da güçlendirerek çıkacaktır. Bu konsolidasyon yapılırken, zarar hanesine tasfiye olan yargı odakları yazılacaktır. Çünkü 367 tartışmasıyla siyasal kavganın ucuz bir maşası haline gelen hukuk, son iddianameyle ötenazi girişiminde bulunmaktadır. Bu davanın sonucu ne olursa olsun, yargı baştan kaybetmeyi göze aldığını ilan etmiştir. İddianamenin Google kokan fason havası da bundandır.
Anayasa Mahkemesi’nin 13 Mart’ta yabancı şirketlerin taşınmaz mülk edinme hakkını iptal etmesiyle başlattığı süreç, önce Türkiye’de hukukun küresel sermaye ile karşıt bir pozisyona düşmesini sağladı. Ardından son iki iktidar döneminde Türkiye’ye gelmiş olan yabancı sermayenin de güvenlik endişelerini artıran kapatma davası geldi. Bu, yargının sadece AK Parti’yle değil, aynı anda birkaç cephede mücadele etmesini zorunlu kılıyor. Gerek küresel sermayenin gerekse de küresel finansın siyasal baskısı altında davanın “hukuki sonucu”, kapatılmanın neticelerinin kontrol edilmesini neredeyse imkansız hale getirecektir. Soğuk Savaş artığı siyasi dinamiklerin ve odakların birer birer tasfiye olduğu yeni süreçte, asıl sorumluluk iktidar partisine düşmektedir. Türkiye’nin normalleşme yürüyüşünü ironik bir şekilde engeller çıkararak hızlandıran anakronik unsurların, sorumlu davranması tabiatları gereği zaten mümkün değildir. Dolayısıyla AK Parti milli normalleşmenin önüne çıkarılan engelleri fırsata dönüştürebildiği ölçüde memleket hayrına adımlar atmış olacaktır. 14 Mart bu imkanı fazlasıyla lütfetmektedir.
14 Mart, tıpkı 367 meselesi gibi bir hukuki “tartışma veya dava süreci” değildir. Aksine siyasal bağlamı güncellenmemiş; dünyayı, Türkiye sosyolojisini ve bölgemizdeki gelişmeleri ıskalamış bir karardır. Bu karara göre AK Parti kapatılacaktır. Hukuken kapatılan AK Parti, siyaseten daha da güçlenerek meşrulaşacaktır. Bu güçlenmenin önünü kesmenin tek yolu, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın liderliğinin engellenmesidir. Zaten iddianamenin 70 tane isimle kalabalıklaştırılmasının tek nedeni de Erdoğan’ın yasaklanmasının meşrulaştırılması çabasından ibaret. Adeta, Cumhuriyet’le beraber Batı’ya verilmiş kozmik bir ahde vefa fanatizmini andıran başörtüsü düşmanlığından başka da elle tutulur bir sebep iddianamede kendisine yer bulamamış. Bu delillerle Tayyip Erdoğan yasaklansa bile, bu hukuki bir sonuçtan öteye gitmeyecektir. Kapatılma kararıyla hızlanacak olan milli konsolidasyonumuz, siyasi bir kararla bu hukuki sorunu aşacaktır. Bu durum Tayyip Erdoğan’ın yaşamadığı bir tecrübe de değildir. Malumunuz kendisi için “muhtar bile olamaz” diyenler tarafından, başbakan olmasının önü hukuki olarak açılmıştı.
AK Parti’nin laiklik üzerinden yürüyen bir tartışmayı millet nezdinde kaybetme ihtimali yoktur. Milletin kazanacağı her tartışma ise “Müesses Nizam”dan bazı odakların kaybedeceği anlamına gelmektedir. Burada önemli olan, hükümetin, tasfiye sürecini yönetme sorumluluğunun kendi üzerinde olduğunu anlamasıdır. Hükümet 14 Mart sürecini 28 Şubat’a dönüştürmeden yönetmeyi başarmak zorundadır. Aksi takdirde Ergenekon gölgeli Gladyo operasyonunun bütün süreci esir aldığı “siyasal bir Erke Dönergeci”yle karşı karşıya kalabiliriz. Malumunuz Erke Dönergeci her babayiğidin içinden çıkacağı bir vakıa da değildir. AK Parti’nin böylesi bir kıskaçtan uzak durmasının yolu ise iktidardayken muhalefet diline kendisini mahkum etmemesiyle mümkün olacaktır. Bu da 14 Mart müdahalesinin, Başbakan’ın dillendirdiği “millet iradesi”ne karşı olduğu kadar “milletin devlet iradesi”ne de karşı yapıldığına inanmaktan geçmektedir. Milletin devlet iradesi ise AK Parti’yi Türkiye resminden çıkardığımız anda geriye kalanlardan bir Türkiye resmi çekilip çekilmeyeceği tartışmasıdır. 14 Mart’la tasfiye olanlar, Türkiye’nin olmadığı bir Türkiye resmi çekmeye çalışanlardır. Dolayısıyla tasfiye olmaları mukadderdir.
Paylaş
Tavsiye Et