“Müdahale etmemekten bahsetmeyeceğim, çünkü müdahale etmemek İngilizce bir kelime değildir.”
Lord Palmerstone,
İngiliz devlet adamı (1784-1865) l
İRAN’IN baş aktörlerden biri olarak doğrudan dâhil olduğu bir dizi mesele etrafında yaşanan son gelişmeler, Ortadoğu’nun mevcut hareketliliğini daha da arttırıyor. Lübnan’da Mayıs başında yaşanan çatışmaların ardından İran yanlısı Hizbullah’ın, ABD ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Fuad Sinyora hükümeti karşısındaki siyasi ve askerî pozisyonu güçlenirken, İran’ın bölgedeki en yakın müttefiki olan Suriye ile İsrail arasındaki barış görüşmeleri start alıyor. Filistin’de ise yine İran’ın arkasında durduğu Hamas, maruz kaldığı tüm baskılara rağmen Gazze’deki otoritesini tahkim ederken, Amerikalı ve Iraklı yetkililerin İran’dan eğitim ve silah yardımı aldıklarını iddia ettikleri Şii milisler Irak’ın güneyinde sorun çıkarmayı sürdürüyorlar.
ABD Başkanı George W. Bush ve ekibi, tehditlerine aldırmayıp nükleer faaliyetlerini durdurmayan İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak için Sünni-Şii çatlağı üzerinden hamlelerini yoğunlaştırırken, bu ülkeye yönelik bir askerî müdahale olasılığını gündemde tutmayı da sürdürüyor. Ocak ayındaki kapsamlı ziyaretinin ardından 13-18 Mayıs’ta İsrail, Suudi Arabistan ve Mısır’ı içeren bir Ortadoğu turuna çıkan Bush, İran’ı yalnızlaştırma konusunda bölge ülkeleriyle görüş birliğine vardıysa da bir saldırı için destek bulup bulamadığı şimdilik bilinmiyor. Bush yönetimi içindeki neo-muhafazakâr kanat, Kasım’daki başkanlık seçimleri öncesinde İran’a karşı bir saldırı düzenlenmesi için bastırıyorsa da böylesine çılgınca bir karar almanın Bush için bile zorluğu ortada. Yine de Ortadoğu söz konusu olduğunda her şeyin mümkün olduğu bir dünyada yaşadığımızı unutmamak gerekiyor.
İran’la Masaya Oturmak
“Bazıları teröristler ve radikallerle görüşmemiz gerektiğine inanıyor... Bu aptalca düşü daha önce de görmüştük. Nazi tankları 1939’da Polonya’ya girdiğinde bir Amerikan senatörü şunu söylemişti: ‘Tanrım, Hitler’le konuşabilseydim bu önlenebilirdi.’ Bunun, tarihin defalarca gözden düşürdüğü sahte yatıştırma politikası olduğunu söylemekle yükümlüyüz.” Bu sözler, kuruluşunun 60. yılı kutlamaları için İsrail’e giden Bush’un, 15 Mayıs’ta İsrail parlamentosunda yaptığı konuşmanın can alıcı bölümleri arasında yer alıyor. Kastedilen kişiler ise, Demokrat Parti’nin başkan adaylığı için yarışan Barack Obama ile eski ABD başkanlarından Jimmy Carter’dan başkası değil.
2006’da Filistin sorunu üzerine yazdığı kitapla Yahudi lobisinin büyük tepkisini çeken ve Filistin’de Hamas’ı yok sayarak çözüme ulaşılamayacağını savunan Carter’ın hedef alınması şaşırtıcı sayılmaz. Ancak ABD’nin terör örgütü listesinde yer alan Hizbullah ve Hamas’ı ağzına almayan, sadece İran ve Suriye ile masaya oturulmasının vaktinin geldiğini söyleyen Obama’nın bu öfkeye maruz kalması, İran’ın ABD dış politikasının kilit sorunlarından biri olmanın ötesine geçip bir iç politika unsuruna dönüştüğünü göstermesi açısından anlamlı. Bush’un suçlamalarına Obama’nın verdiği yanıt ise, 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra bu ülke ile diplomatik ilişkilerini kesen ABD’nin, yeni bir açılım yapmasının kaçınılmazlığının ifadesi niteliğinde: “Konuşması sahte siyasi saldırıdır. George Bush, teröristlerle görüşmeyi hiçbir zaman desteklemediğimi bilmektedir... ve korku politikaları Amerikan halkına da sadık müttefikimiz İsrail’e de güvenlik sağlamamaktadır”.
Bush’un kabul edilemez olduğunu söylediği “yatıştırma politikası” terimi, Nazilerin asıl hedefinin Doğu olduğunu ve SSCB’ye karşı kendisiyle ittifak kuracağını uman dönemin İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in savaşı önlemek için Hitler’e taviz verme siyaseti için kullanılıyor. Oysa şu anki Ortadoğu’nun gerçeklerinin Bush’un çizdiği resimle bir alakası bulunmuyor. İran’ın, Nazi Almanya’sı gibi bölgeyi işgal edip milyonlarca insanı katletmesi söz konusu olmadığı gibi, kilometrelerce öteden gelip kendisine tehdit oluşturduğu gerekçesiyle Irak’ı işgal ederek tüm dengeleri alt üst eden ve yüz binlerce insanın ölümüne yol açan bizatihi ABD. Dolayısıyla Bush’un İran için Nazi benzetmesini kullanması, hızla dönüp kendisini vuracak bir bumerang niteliği taşıdığı için riskli görünüyor.
İran Kendi Oyununu Oynuyor
Dünyanın en köklü diplomasi geleneğinin mirasçısı olan İran, Ortadoğu’da şu an için izlediği politikaların genel çerçevesinde kendi oyununu oynamaya çalışıyor. ABD ve İsrail tarafından Ortadoğu ve dünya barışı için tehdit olarak nitelendirilen nükleer faaliyetlerini sürdürmekteki kararlılığı, Amerikan gücünün sınırlarını yansıtıyor. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden olan Şah yönetimindeki İran’ın 1970’lerde ABD’nin desteğiyle kurulan nükleer tesisleri, 1980’lerdeki duraklamanın ardından 1990’larda Çin ve Rusya’nın şemsiyesi altında yeniden faaliyete geçmişti. Ve ABD’nin zorlamasıyla BM Güvenlik Konseyi’nden çıkan bütün ambargo kararlarına rağmen İran 2006’da uranyumu zenginleştirme aşamasına geldi. Bu aşamadan sonra İran’ın, nükleer faaliyetlerini tamamen durdurması siyaseten mümkün değil.
Uranyumun zenginleştirilmesi, nükleer silah yapımındaki hayati eşiği geçme anlamına geliyorsa da İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad amaçlarının sadece enerji elde etmek olduğunu dile getiriyor. İsrail’in, Jimmy Carter’ın 25 Mayıs’ta Londra’da düzenlenen Hay-On-Wye kitap festivalinde yaptığı açıklamaya göre sayısı 150’yi bulan nükleer silahlarının asla gündeme getirilmemesi İran’ın tezinin temelini oluşturuyor. Tam bir barış için tüm dünyanın nükleer silahlardan arındırılmasının zorunluluğu ortadayken, sadece ABD’nin onayladığı ülkelerin nükleer güç olabilmelerinin dayatılması karşısında nükleer gücün sağladığı dokunulmazlık zırhını kuşanmak istemesi, İran açısından gerçekçi bir politikadır.
İran, gerek Şii kuşak gerekse bütün İslam dünyasında normal şartlarda elde edebileceğinin oldukça üzerinde bir etki kurmasını, yine bölge ülkeleri ile ABD’nin politikalarına borçlu. 11 Eylül’den sonra Afganistan’da Şii karşıtı Taliban heyulasını deviren ABD, bu sayede İran’ı büyük bir sorundan kurtardı. Keza 1980’den 88’e kadar İran’la savaşan, halkının büyük çoğunluğuna Şii oldukları gerekçesiyle baskı uygulayan Saddam Hüseyin’i devirmek için 2003’te Irak’ı işgal eden de yine ABD’ydi. Hem Afganistan hem de Irak’taki düşman rejimlerden kılını kıpırdatmadan kurtulan İran da, açılan manevra alanı içerisinde nüfuzunu derinleştiriyor.
Suudi Arabistan başta olmak üzere Şii nüfus barındıran Arap ülkeleri için İran’ın etkisinin endişe yaratacak dereceye gelmesinde, bu ülkelerin şark kurnazlığına dayalı kısa vadeli politikalarının etkisi yadsınamaz. Arap ülkeleri petrolden elde edilen zenginliğin belli bir zümre arasında paylaşımına dayanan baskıcı ve anakronik rejimlerini demokratikleştirmemekte direndikleri, İsrail’i tanımayarak tavır gösterdiklerini zannedip bu ülkenin Filistinlilere yaptıkları karşısında üç maymunu oynamayı sürdürdükleri sürece İran gücüne güç, etkinliğine etkinlik katmaya devam edecektir. İran’ı dengelemek için başta Filistin olmak üzere İslam dünyasının sorunlarının adil şekilde çözülmesi için çaba harcamak yerine ABD’nin hegemonyasını katmerleştirecek ve Sünni-Şii fay hattında sarsıntılara yol açacak adımlar atmaktan çekinmeyen Arap rejimleri, uzun vadede kaybeden taraf olacaklardır.
Paylaş
Tavsiye Et