Amerikan Basını
Çeviri: Burcu Anatay
Türkiye denince akla ya İstanbul’un o hayat dolu Kapalı Çarşı’sı ya da Ayasofya’nın o muazzam kubbesi gelir. Ancak Türkiye’nin siyasi ünü, İslam ile bireysel özgürlüklerin bir arada yaşayabileceğine örnek teşkil eden dünyanın en uzun ömürlü demokrasi deneyimine sahip Müslüman ülkesi olmasından kaynaklanıyor. Ve bu demokrasi şimdilerde zorlu bir sınav veriyor.
Türkiye’nin en etkili iki siyasi gücü -hükümetin başındaki İslamcılar ile orduyu, yargıyı ve bürokrasiyi ellerinde tutan laikçiler- bu NATO ülkesinde iktidar için birbirleriyle sert bir mücadele içerisinde. Mücadele sahası ise epeyce siyasileşmiş hukuk sistemi.
Bir hukuk kavgası kulağa fazla tehlikeli gelmeyebilir. Fakat bu kavga, demokratik ilkelere zarar veren bir seviyeye ulaşması halinde vahim sonuçlar doğurabilir. Laikçiler yönetimdeki “ılımlı İslamcı” AKP’yi öncekinden daha yüksek bir oy oranıyla yeniden iktidara taşıyan 22 Temmuz seçimlerini görmezden geliyorlar. Ve AKP’yi, laiklik konusunda hassas üyelerden oluşan Anayasa Mahkemesi’nde alaşağı etmeye çalışıyorlar.
Devletin başsavcısı, AKP’nin Anayasa’nın cami ile devlet arasında tam bir ayrılığı öngören ve modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirası olan laiklik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle kapatılmasını istedi. Bu davanın açılmasını ise, AKP’nin üniversitelerdeki kız öğrencilerin başlarını örtmelerine ilişkin yasağı kaldırması tetikledi. Anayasa Mahkemesi de Haziran’da, kendisi küçük ama dinî özgürlükler açısından çok büyük önem taşıyan bu sembolik girişimi iptal etti.
AKP’nin genel karşı stratejisi ise bir darbe planını desteklemekle suçlanan laikçileri tutuklamak oldu. Sadece Temmuz başında, aralarında iki emekli generalin de yer aldığı 20’den fazla kişi gözaltına alındı. AKP hükümetine karşı bir darbe planlandığına dair bazı deliller bulunsa da gazetecilerin de dâhil olduğu bu tutuklamaların bazıları gelişigüzel görünüyor.
Ancak bunlar sadece Türkiye’nin siyasi ve ekonomik istikrarını değil, AB ile yürüttüğü üyelik görüşmelerini, komşusu Irak ile kritik ilişkilerini ve İslam dünyasındaki rol modelliğini de tehlikeye sokuyor.
Mevcut gerilim, aşırılık korkusundan kaynaklanıyor. Bir taraf AKP’nin dinin daha fazla dışavurumu yönünde attığı ılımlı adımların şeriat hukukuna dönüşmesinden, diğer taraf ise laikçilerin gittikçe dindarlaşan nüfusu sindirmesinden korkuyor. Her iki grubun da bu nüfuz oyunundaki inişli çıkışlı konumundan dolayı, Türkiye’de kamusal alanda dinin rolü meselesini kabul edilir bir dengeye kavuşturmak için güvenilir bir yol bulunmasına ihtiyaç var.
Güçlü bir demokrasi onlara bu “güvenli” yolu sağlayabilir; ancak demokrasinin de şimdilerde olduğu gibi alt üst edilmemesi gerekir. Yüksek Mahkeme’nin önceki kararlarına bakılırsa AKP kapatılacak gibi görünüyor. Kapatma kararını, partinin muhtemelen yeni bir isim altında tekrar bir araya gelmeye çalışacağı bir belirsizlik dönemi izleyecektir.
Bu kasvetli manzaraya rağmen iktidar partisi, o hep dile getirdiği laik ve kurallara dayalı demokrasiyi gerçekten desteklediğine Türk halkını inandırması için gerekli bütün adımları atma sorumluluğunu taşıyor. Fakat demokrasinin altının oyulması devam eder ve yöneticiler sadece ellerindeki demokrasiye saygı göstermeyi değil, aynı zamanda nihai bir anayasal ve hukuksal reform ile onu geliştirmeyi de başaramazlarsa, ülkelerini tamamen bir niyetler savaşına sürüklemeleri kaçınılmazdı.
Tavsiye Et
Rus Basını
Çeviri: Vügar İmanbeyli
Bosnalı Sırpların eski lideri Radovan Karadziç’in yakalanması, on yıldan fazla süredir onu arayan Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi (YUSSM) dâhil herkes açısından beklenmedik bir olay oldu. Davadaki temel suçlama ise “soykırım” ve bunu kanıtlayabilecek materyaller de elde fazlasıyla mevcut.
Batılı ülkeler, Karadziç’in tutuklanmasını alkışladılar. Rusya ise bunu Sırbistan’ın iç meselesi olarak gördüğünü açıkladı ve YUSSM’nin faaliyetlerini yine eleştirdi. Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasında, “Karadziç’le ilgili soruşturma ve dava sürecinin adil bir şekilde yürüyeceğini umuyoruz. Bu hususa özellikle dikkat çekiyoruz, çünkü YUSSM birçok defa önyargılı bir yaklaşım sergilemiştir. Bazı Boşnakların ve Kosovalı Arnavutların aklanması ve salıverilmesi iyi bilinen vakalardandır.” ifadelerine yer veriliyor. Bununla beraber Rusya’nın devlet organları söz konusu mahkemeye, ilgili kişilerin suçluluğuna dair bilgi ve belge sağlamıyor.
250 bin insanın yaşamını yitirdiği Bosna Savaşı’nın kilit isimlerinden biri olan Karadziç’in dava süreci, hem Bosna’da 1990’larda olup bitenlere hem de Balkan ve dünya liderlerinin bölge politikalarına ışık tutabilir. Sırbistan eski Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç’in psikiyatrı olan Karadziç, söz konusu çatışmanın sürdüğü 1992-1995 yıllarında Bosnalı Sırpların siyasi lideri sayılmaktaydı. 1995 sonunda Dayton Barış Anlaşması’nın imzalanmasının akabinde ortadan kaybolmuştu.
Karadziç’in yakalanmasının neden şimdi gerçekleştiği ise tam olarak açıklığa kavuşmuş değil. Zira herkes Karadziç’in (aynen Bosnalı Sırpların askerî lideri Ratko Mladiç gibi) Sırbistan’da saklandığını biliyordu. Şimdi anlaşılıyor ki, “bir numaralı savaş suçlusu”, Dragan Dabiç sahte kimliği ile yaşamını sürdürüyor ve başkent Belgrad’daki bir klinikte alternatif tıpla uğraşıyordu. Uzun bir sakal bırakarak dış görünüşünü değiştirse de tanınabiliyordu. Sonuçta ya Karadziç’i çok iyi koruyorlardı ya da onu tanımamak çoğu kişinin işine geliyordu.
Her halükarda Karadziç’in hapsedilmesinin, Sırbistan’da (demokratlar ve sosyalistlerden oluşan) yeni bir hükümetin kurulmasının hemen ertesine denk gelmesi dikkat çekici. Milliyetçilerin ağırlıkta olduğu Voislav Koştunitsa liderliğindeki eski hükümete nazaran mevcut hükümet, büyük oranda Batı’ya meyilli. Batı’nın Belgrad’dan taleplerinden biri de YUSSM ile işbirliği yapması ki, Sırbistan’ın Avrupa’ya uyum hızı ile yardım ve kredilerin hacmi de buna bağlı. Önceki yöneticiler savaş suçlarıyla itham edilenlerin teslim edilmesine sıcak bakmıyorlardı. Miloşeviç daha sonra kendisi gibi YUSSM’nin listesinde yer alan Bosna ve Hırvatistan’daki Sırp liderlerle yakın ilişki içindeyken, Koştunitsa da çoğunlukla milliyetçi seçmen kitlesine bağımlıydı. Söz konusu kitle Karadziç ve Mladiç’i hâlâ kahraman olarak görüyor.
Son olayların YUSSM’nin arananlar listesinde ikinci sırada bulunan Ratko Mladiç’in akibetini nasıl etkileyeceği merak konusu. Bazı uzmanlara göre Mladiç’in hapsedilmesinin önü açıldı. Karadziç’in yakalanmasına Sırbistan’da verilen tepkiler epey ılımlı olduğundan, Mladiç vakasında da ciddi bir risk beklenmiyor. “Başlıca Sırp kahramanlar”ın hapsedilmesinin ülkeyi altüst edeceği miti, şimdi gerçekten berhava oldu. Yalnız bu durum Mladiç meselesini kolaylaştırmıyor. YUSSM’nin bir yetkilisine göre Mladiç, şimdi teslim olmayı istemeyecek ve daha iyi saklanmaya çalışacak.
Yakalanan Karadziç ise bir dizi suçla yargılanacak. Bunlardan en önemlisi, Bosna kenti Srebrenitsa’da 1995 yazında gerçekleştirilen Müslüman soykırımı. BM verilerine göre, Srebrenitsa’da 8 bin Müslüman erkek katledildi ki bunlardan en küçüğünün yaşı 13’tü. Bu olayla ilgili mahkemenin elinde azımsanamayacak kanıtlar var. Örneğin, Miloşeviç’in yargılanması sırasında gösterilen bir video kayıtta sırtından vurularak katledilen 6 kişi söz konusu ki, bunlardan dördü 16 yaşlarında erkek çocukları.
Srebrenitsa’yı ele geçiren Ratko Mladiç ise kameralar önünde “Sırp olan Srebrenitsa’nın kurtarıldığı”nı ve “Türkler”den intikam alma zamanının geldiğini söylüyor. Bu sırada Miloşeviç ve Karadziç’in Mladiç ile aralarının gergin olduğu biliniyor. Miloşeviç’in kitle katliamlarıyla ilgili doğrudan emir vermediği tespit edildi. Bu durumda emirleri veren Karadziç mi?
1992’de başlayan Saraybosna ablukasından da Karadziç sorumlu. Elektrik ve sudan yoksun kalan ve sürekli bombardıman altında tutulan Bosna başkentindeki hayat, etnik kökenine bakılmaksızın şehrin tüm sakinleri için kâbusa dönüşmüştü. YUSSM, Karadziç’i Saraybosna’da kadınlar ve çocukların da aralarında bulunduğu binlerce sivilin ölümü ve yaralanmasıyla da suçluyor.
Tavsiye Et