BU soruya bağımsız bir hukuk devletinde verilmesi gereken en yalın ve doğru cevap, “AKP’nin kapatılmasını talep eden Anayasa Mahkemesi üyelerinin sayısının altıda, yani Anayasa’ya göre bir partinin kapatılması için gerekli olan nitelikli çoğunluğun altında kalmasından dolayı AKP kapatılmadı.” şeklinde olmalıydı. Yine aynı bağımsız hukuk devletinde bu cevap şu şekilde uzatılabilirdi: “AKP kapatılmadı ama laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği Anayasa Mahkemesi tarafından oy çokluğuyla tespit edildi.” Daha da devam edebilirdik: “Anayasa Mahkemesi’nin on bir üyesinden beşi, AKP’nin kapatılması gerekçesiyle mahkemeye başvuran Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya’nın hazırladığı iddianamedeki delilleri iki buçuk günlük özverili bir mesainin ve yorucu yani kılı kırk yaran bir müzakere sürecinin ardından yeterince güçlü bulmadı.” Peki, ne yaptı bu beş üye? “Biri davanın reddedilmesi yönünde oy kullandı. Diğer dördü ise delilleri yeterli bulmamakla birlikte büsbütün yok da saymadı ve AKP’ye, laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği tespitinin yanı sıra daha somut ve acıtıcı bir ihtar verilmesi gerektiği yönünde irade beyan etti.” Nasıl yani? “Yani AKP aldığı hazine yardımının yarısından mahrum edildi.” Kısacası “AKP kapatılmadı ama kendisine çekidüzen vermesi yönünde ihtar edildi.”
Bir an için susalım, gözlerimizi yumup, kulaklarımızı tıkayalım. Türkiye’nin bağımsız bir hukuk devleti olduğunu hayal edelim. Bu dava sürecinin tarihimizin sıfır noktasında başladığını, Türkiye’nin 31 Mart vakalarıyla, Bâb-ı Âli baskınlarıyla, İzmir suikastlarıyla, Menemen olaylarıyla, 1946 seçimleriyle, 27 Mayıslarla, 12 Martlarla, 12 Eylüllerle, 28 Şubatlarla, e-muhtıralarla, y-muhtıralarla, Susurluklarla, Ergenekonlarla, Ayışığı, Sarıkız ve Eldivenlerle, Sauna çeteleriyle, Pilot Necatilerle, PKK’larla, TİT’lerle, İBDA-C’lerle, DHKP-C’lerle, Hizbullahlarla, Glocklarla, C-3’lerle, C-4’lerle, RDX’lerle, Pekerlerle, Topallarla, Yeşillerle, Erginlerle, telekulaklarla, Mumcu, Üçok, Kışlalı ya da Dink suikastlarıyla, Danıştay saldırılarıyla, Alparslan Arslanlarla, Güngören patlamalarıyla dolu bir yakın geçmişinin olmadığını varsayalım; aynı Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’ye “367 kararı” gibi bir miras bıraktığını unutalım; hatta Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya’nın böyle bir davayı açma girişiminin hiç bulunmadığını farz edelim; kişi başı gelirimizin otuz bin doları aştığını, ekonomik büyümenin yüz milyar dolarlara varan spekülatif sıcak para akışına bel bağlamadığını; istihbarat sağlamada ve savunma teknolojisinde ABD ve İsrail’e bağımlılıktan kurtulduğumuzu, mesela savaşan şahinlerimiz F-16’larımızın kaynak kodlarının ABD tarafından bize teslim edildiğini ya da savunma sistemlerimizin ABD uyduları tarafından otomatik olarak kilitlenme riskinin olmadığını ve kendi imkanlarımızla nükleer bir güce dönüştüğümüzü düşünelim; coğrafi açıdan bir keşmekeşin tam ortasında kaldığımızı, mesela Irak’ın işgal edildiğini, İsrail’in Ortadoğu’yu bir kan gölüne çevirdiğini, İran’ın bir nükleer silah elde etmek üzere olduğunu, petrol ve doğalgazın küresel ölçekli kurtlar sofrasındaki yerini göz ardı edelim. Zihnimizden geçenleri kalbimize gömelim. Dedim ya, Türkiye’nin bağımsız bir hukuk devleti olduğunu hayal edelim ve AKP’nin neden kapatılmadığı sorusuna başta verilmiş olan cevabı esas alalım. “Demokrasilerde Ertuğrul Özkökler olmaz. Olursa, merkezde olmaz. Onlar merkezdeyse, orası demokrasi olmaz. Hâlâ merkezde durabiliyorlarsa, bilin ki, hâlâ bilmediğiniz, bilinemeyen ve açığa çıkması gereken bir şeyler vardır.” şeklinde uyaran Gökhan Özgün’e rağmen, “Davayı oybirliğiyle kabul eden Mahkeme, sonunda 6’ya 5 karar verdi. Demek ki kimse masaya önyargılarla oturmamış. Demek ki, kimsenin kafasında ‘yargı darbesi yapmak’falan yokmuş. Yani onlar, bu kararla, aylardır kendilerine hakaret eden sözde demokratlardan çok daha önyargısız ve demokrat olduklarını ispat ettiler.” diyen Ertuğrul Özkök’e inanmış görünelim. Üstelik Özkök aynı yazısında “Türkiye bir ‘dolduruşa getirme’ ülkesidir” dese de bunu yapalım. Daha fazla da kaşınıp başımıza bela almayalım.
AKP Kapatılsaydı Ne Olurdu?
Öyleyse “AKP neden kapatılmadı?” sorusunu bir kenara koyalım. Onun yerine burada içeriği daha az spekülatif, cevabı daha kolay ve daha masum olan “AKP’nin kapatılmasının içeride ve dışarıda kime ne maliyeti olurdu?” sorusuna yanıt arayalım. AKP’nin kapatılması ve Tayyip Erdoğan dâhil partinin üst düzey yöneticilerine bir yasak gelmesi halinde içerinin, yani Türkiye’nin en azından bir süreliğine büyük bir kaosa sürüklenmesi mukadderdi. Mesela Yüksek Askerî Şura (YAŞ) kararları, siyasette doğabilecek boşluktan ötürü Ağustos sonuna kadar resmiyet kazanamayabilirdi. Bunun da ister istemez ordu içerisindeki düzeni ve hiyerarşik ilişkileri zedelemesi muhtemeldi. En önemlisi de YAŞ’ın gecikmesinden dolayı İlker Başbuğ emekliye sevk edilebilir ve genelkurmay başkanı olamayabilirdi. Ayrıca Ergenekon soruşturması bugün tahmin edemeyeceğimiz mecralara kayabilir, hiç aklımıza gelmeyen isimlere dokunabilirdi. Dahası ekonomik bir çöküntü muhtemeldi. Şimdiki tavırlarının aksine Lehman Brothers ve JP Morgan gibi yatırım bankaları ya da petrol fiyatlarındaki akıl almaz yükselişten dolayı paraya boğulan Körfez sermayesi Türkiye’ye yönelik yatırımlarını artırmaktansa mevcut değerlerini geri çekerler ve Türk ekonomisinin hayat kaynağı olan sıcak para akışı ve doğrudan yabancı yatırımlar sona erebilirdi. TÜSİAD çatısı altında toplanan büyük sermaye de bu gidişattan, yani ekonomik daralma ve siyasi istikrarsızlıktan dolayı son derece büyük bir kayıp yaşardı. Ayrıca Türkiye muhtemelen bir erken seçime giderdi. Ancak bu seçimlerden Abdüllatif Şener’inki gibi ölü doğmuş bir siyasi parti değil de çok büyük ihtimalle yaşadığı büyük mağduriyetten dolayı AKP yerine kurulacak bir parti şimdiki oylarını artırarak birinci çıkar ve hükümeti yine tek başına kurmakla görevlendirildi. Böylelikle Türkiye bir dört sene daha emanetçi bir başbakanla, küçülen bir ekonomi ve istikrarsız bir siyaset ile herkesin kaybettiği ağır aksak bir şekilde yoluna devam ederdi. Ta ki Tayyip Erdoğan’ın yasağı bitene kadar. Sonrası malum, geleceğe dönüş.
İçeride doğuracağı tüm bu olumsuzluklar bir tarafa, AKP’nin kapatılmasının asıl ceremesini muhtemelen AB, ABD ve İsrail çekerdi. AKP iktidarındaki Türkiye son dört-beş yıldaki dış politika performansıyla Ortadoğu’daki dengeleri kendine öyle bir bağladı ki, bu bölgede çıkarı olan bütün aktörler -ki buna ABD ve İsrail de dahildir- artık neredeyse atacakları her bir adımda Türkiye’nin görüşünü hatta bazı konularda onayını alma ihtiyacı hisseder oldu. Türkiye’nin bu başarısı aslında tepkisel ve savunmacı dış politika geleneğini kıran AKP’nin bir başarısıydı. Irak’taki Şiilerle, Sünnilerle, Kürtlerle ve Türkmenlerle eş zamanlı olarak ve aynı samimiyette bir ilişkiyi başka bir iktidarın kurması mümkün değildi. Hem Suriye’nin hem de İsrail’in aynı anda güvenini kazanmak ancak AKP’nin harcı olabilirdi. Bir tarafta Hamas ile diğer tarafta da el-Fetih ve İsrail ile görüşebilen tek parti idi AKP. Türkiye bugün İran ve ABD arasında bir arabuluculuk ya da daha moda tabirle “kolaylaştırıcılık” yapıyorsa bu AKP iktidarı sayesindeydi. 2005 yılı sonuna kadar üçe bölünmesi kesin görülen Irak halen bütünlüğünü koruyor ise bunda AKP iktidarındaki Türkiye’nin payı büyüktü. Lübnan’da bir iç savaşın eşiğinden dönüldüyse bu Katar’ınki kadar AKP iktidarındaki Türkiye’nin girişimlerinin de bir sonucuydu.
Erdal Şafak’ın bir yazısında da belirttiği gibi bu yaz ve güz Ortadoğu için büyük bir savaş ve yıkım dönemi olabilirdi. Bir tarafta İsrail ve Suriye/Lübnan diğer tarafta ABD/İsrail ve İran sıcak savaşın eşiğindeydiler. Ancak Türkiye’nin arabuluculuğu ile İsrail ve Suriye Golan Tepeleri konusunda dolaylı görüşmelere başladı. Yakında bir anlaşma imzalanması ihtimali çok yüksek. Tabii ki AKP iktidarındaki Türkiye’nin yardımlarıyla. Benzer şekilde İran da nükleer çalışmaları konusunda ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve Almanya’dan müteşekkil “beş artı bir” ile müzakerelere başladı. Türkiye ise “beş artı bir”e ilaveten “artı bir” olma yolunda. Olumlu bir sonuca ulaşabilirler mi bilinmez. Ama bu müzakerelerde bir uzlaşma sağlanamazsa neler olacağını herkes öngörebiliyor. Bir kere zaten artık kontrolden çıkmış olan petrol fiyatlarının 200-250 doları çok geride bırakacağı kesin gibi. Küresel ekonomideki kırılganlığın giderek arttığı bu dönemde petrol fiyatlarının bu ölçüdeki yükselişinin ABD ve AB ülkeleri gibi gelişmiş ekonomiler için bile maliyeti, katlanılabilirin üstünde olacaktır. Ayrıca İran’a yönelik sıcak bir müdahale tüm Ortadoğu’da pandoranın kutusunu açabilir. İran’ın nüfuz alanındaki coğrafyaların, mesela Irak ve Lübnan’ın bir kan gölüne dönüşmesi işten bile değil.
Kasım’da seçime gidecek ABD için özellikle Irak’ın bütünlüğü ve istikrarı hayati bir önem arz ediyor. İsrail bile bölünmüş bir Irak’ın, özellikle de ortaya çıkabilecek ve tek çıkış noktası Ürdün olan bir Sünni devletin beraberinde getireceği istikrarsızlığı göğüsleyebilecek durumda gözükmüyor. Dolayısıyla, ne AB ne de ABD ve İsrail için Ortadoğu’daki muhtemel bir kaos makul bir seçenek. Son birkaç yıldır girdiği ilişkiler, kurduğu bağlantılar ve oluşturduğu dengeler nedeniyle uçurumun kenarına gelmiş Ortadoğu’nun kilidi olarak görülen tek ülke, AKP iktidarındaki Türkiye. İşte bu kilit konumu nedeniyle AKP’nin kapatılması küresel aktörler için maliyeti çok yüksek bir gelişme olurdu. Washington Post, The Economist, The Independent, The Times, Newsweek, Financial Times gibi dergi ve gazetelerin ya da Lehman Brothers ve JP Morgan gibi finansal kuruluşların AKP’nin kapatılmasına karşı takındıkları net tavır da muhtemelen yukarıdaki mülahazalarla ilintili.
Neticede AKP, Anayasa Mahkemesi’nin on bir üyesinden “kapatılsın” diyenlerin sayısının nitelikli çoğunluğun altında kalması nedeniyle kapatılmadı. Ancak kapatılsa idi bu, Türkiye’deki bazı grupların ve AB ve ABD gibi küresel aktörlerin çıkarları açısından son derece büyük bir yıkımı beraberinde getirebilirdi. Ne diyelim, hukuk kazandı.
Paylaş
Tavsiye Et