LATİN Amerika, George W. Bush’un sekiz yıllık iktidarı sırasında ABD’nin en yoğun nüfuz kaybına uğradığı bölgeler arasındaydı. Bush yönetiminin ben-merkezci politikaları, bölgede ABD’ye karşı zaten var olan kızgınlığı daha da arttırdı. Obama’nın siyahî kimliği Latin Amerika’nın Kızılderili yerliler, İspanya ve Portekiz’den yeni kıtaya göç eden kitleler ve sömürge yönetimlerinin köle olarak getirdiği Afrikalılardan oluşan halklarında büyük bir sempati doğuruyor.
Obama, seçim kampanyası sırasında ABD’nin dış politikasını, Bush yönetiminin düşmanca bir tavır sergilediği Latin Amerika ülkelerini de kapsayacak şekilde yeniden yapılandıracağını ifade etmişti. Bush’a yönelik sert çıkışlar yapan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez ile gerekirse görüşebileceğini söyleyen Obama, ABD’nin Küba’ya karşı 1962’den beri uyguladığı ticaret ambargosunu hafifletme ve seyahat yasağını kaldırma sözü verdi. Obama’nın demokrasi, özgürlük ve yenilik vurgusu, Bush döneminde hem Irak Savaşı gibi küresel hem de göçmen yasası reformu, uyuşturucuyla mücadele ve karşılıklı serbest ticaret anlaşmaları gibi bölgesel konularda ABD ile önemli görüş ayrılıkları yaşayan Latin Amerika ülkelerinde büyük bir beklentiye yol açtı.
Obama’nın başkanlığında ABD’-nin Latin Amerika’ya yönelik politikalarında köklü bir değişiklik olur mu sorusunun yanıtı, maalesef bu olumlu beklentileri karşılamaya yetmiyor. ABD’nin önde gelen Latin Amerika uzmanlarının bir kısmı Obama döneminde pek bir şeyin değişmeyeceğini söylerken, bir kısmı ABD’nin daha olumlu davranacağını öngörüyor. Bu iki yaklaşımdan hangisinin daha gerçekçi göründüğüne geçmeden önce, ABD-Latin Amerika ilişkilerinin geçmişine kısaca bir göz atalım.
Latin Amerika; İspanyolca, Portekizce ve Fransızca gibi Latin dilleri konuşulan ve ABD’nin güney komşusu Meksika, Orta ve Güney Amerika ülkelerinin çoğunluğu ile Küba, Dominik Cumhuriyeti, Haiti gibi bazı Karayip ülkelerinden oluşan coğrafya için kullanılan bir terim. 19. yüzyıldan beri ABD’nin yörüngesinde bulunan bölge, Soğuk Savaş yıllarında ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki hegemonya mücadelesinin sert yansımalarına sahne oldu. ABD’nin nüfuzunu korumak için işbirliği yaptığı bölgenin sivil ve askerî elitlerinin gerçekleştirdiği insan hakları ihlalleri ve şiddet olayları yüzünden yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Bu dönemde ABD, birçok Latin Amerika ülkesinde demokratik olarak işbaşına gelmiş çeşitli derecelerde sol eğilimli yönetimlerin askerî darbelerle devrilmesi ya da paramiliter güçlerce yıpratılmasını açıkça destekledi. 1959’da Küba’da iktidara gelen Fidel Castro yönetimi hariç bütün sol iktidarlar bu süreç sonunda tarihe karıştı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren Latin Amerika pazarlarına ve hammaddelerine sorunsuzca ulaşabilmek, ABD’nin bölge stratejilerinin temelini oluşturuyor. Bu çerçevede 1990’larda Latin Amerika ülkelerindeki merkez-sağ ve muhafazakâr yönetimlerin uygulamaya koydukları neoliberal ekonomi politikalarının başarısızlıkla sonuçlanması, ABD’nin bu stratejisini akamete uğrattı. 1998’de Chavez’in Venezüella’da devlet başkanı seçilmesiyle birlikte, bölgede sol lider ve partileri iktidara taşıyan bir süreç başladı. Bugün Meksika, Kolombiya, Peru ve Guatemala dışında, bölge ülkelerinin çoğunda sol liderler iktidarda.
Bush’un “kovboy tavırlı” başkanlığına denk gelen Latin Amerika’nın yeniden sola kayma sürecine, Çin’in bölgeyi ilgi alanına katması da eklenince, ABD’nin epeydir dikensiz güllerle dolu olmasına alıştığı arka bahçesi, adeta kaktüs tarlasına döndü. Her ne kadar Brezilya’da Lula da Silva, Arjantin’de Cristina Fernandez de Kirchner ve Şili’de Michelle Bachelet’nin liderliğindeki sosyal demokrat yönetimler ABD ile ipleri koparmayan ılımlı politikalar izleseler de, kendi çıkarlarını önceleyerek bağımsız hareket etmekten de geri durmuyorlar. Brezilya ve Şili’nin yanı sıra ABD’nin yakın müttefiki Meksika ile de ticaret anlaşmaları imzalayan Çin, Afrika’dan sonra Latin Amerika’da da nüfuzunu güçlendiriyor ve ABD’nin buradaki manevra alanını daraltıyor.
Diğer yandan ülkesinde enerji ve finans sektöründe kamulaştırmalar ile sosyal yardımlara dayalı radikal sol denebilecek bir politika uygulayan Chavez, ABD karşıtlığını stratejisinin odağına oturttu. ABD’nin Irak’a müdahalesinin neden olduğu petrol fiyatlarındaki aşırı yükseliş, ekonomisi petrole dayanan ve bunun büyük kısmını da ABD’ye ihraç eden Venezüella’nın gelirlerini arttırarak Chavez’in elini güçlendirdi. Latin Amerika’da ABD karşıtı bir blok oluşturabilmek için Bolivya, Nikaragua, Honduras ve Arjantin gibi ekonomik sıkıntı yaşayan bölge ülkelerine yardım eden Chavez, İran ve Rusya ile de ittifak kurarak bu cepheyi küreselleştirmeye çalıştı.
Fakat yaşanan küresel kriz ve petrol fiyatlarının düşmesi, Chavez’in elini zayıflattığı gibi Obama’ya da önemli fırsatlar sunuyor. Obama’nın Küba’ya yönelik ambargoları kaldırması ve izinsiz yaşayan Latin göçmenlerin statülerini yasallaştıracak bir göçmen reformuna imza atması, Washington’a bölgede epey sempati kazandırabilir. Ayrıca Kolombiya ve Panama ile ABD arasında imzalanan serbest ticaret anlaşmalarının Amerikan Kongresi’nde onaylanması ve IMF ile Dünya Bankası gibi örgütlerin bölge ülkelerine yardım yapması, Washington’ın Latin Amerika’daki nüfuzunu, eski rakipsiz haline getiremese bile büyük oranda yeniden diriltebilir. Bunların hiçbirini yapamayıp sadece Latin Amerika’ya karşı ılımlı ve dengeli bir söylem tutturması halinde bile Obama, Chavez için Bush kadar kolay bir lokma olmayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et