“Amerika’nın tüm film ve popüler kültür endüstrisi ile dünyaya aşıladığı bu ‘hayatını bir düşmüş gibi yaşa, gerisine aldırma sen’ alt metnidir yanlış olan ve dünyayı Amerikan belkemikli küreselleşmeye götüren… silah.” (Yusuf Eradam, Vanilyalı İdeoloji, s.8.)
AMERİKAN sinema endüstrisi, nam-ı diğer Hollywood, küresel nüfuz mücadelesinde, ABD’nin sahip olduğu en etkili silahlardan biridir. 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkan sinemanın, 1920’lerde kapitalizmin son merkezi ABD’de sektöre dönüşmesi, pragmatik Amerikan algısının sinemanın gücünü erkenden fark etmesinden kaynaklanır. ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sahneye çıkmasıyla birlikte Hollywood da, komünizm tehlikesine karşı kitleleri kapitalizme ikna etme işlevini üstlenir. Pazarlama ve basitleştirip içini boşaltma üzerine kurulu popüler Amerikan kültürü, Hollywood sayesinde egemen dünya kültürü haline gelir. Zira sinemanın, zihinsel derinleşmeye aracılık eden bir sanat eseri olmaktan ziyade, hızla tüketilen bir eğlence ve ticaret ürünü olarak görüldüğü Hollywood, Amerikan hegemonyasını hem besleyen hem de ondan beslenen devasa bir makinedir.
Sinema, hangi çerçeve içinde üretilirse üretilsin, hayatın gerçekliğini perdeye yansıtmak zorundadır. Kamera arkasındakiler bu yansıtmaya aracılık ederlerken, gerçekleri kendi süzgeçlerinden geçirirler. Dolayısıyla sinemanın gerçekliği her zaman kendisini üreten zihin dünyasının tortusunu taşır. Filmin realite ile bağlantısı, bu tortunun inceliği ve kalınlığına göre belirlenir. Özellikle politik filmlerde bu bağlantının kıvamı, seyircinin olayların tarafı olan devlet ve devlet dışı aktörlere karşı alacağı tavrı yönlendirmede ciddi bir rol oynayabilir. Filme konu olan olayların geçtiği coğrafya Ortadoğu, olayın tarafı devletlerden biri ABD ve filmin üretildiği yer de Hollywood olduğunda, bu yönlendirmenin bıçak sırtı bir hassasiyet kazanması kaçınılmazdır.
Hollywood’un “Küresel Terörle Savaşı”
İngiliz asıllı olmasına rağmen kariyerini Hollywood’da gerçekleştiren ve sinema otoritelerince yaşayan en iyi yönetmenlerden biri kabul edilen Ridley Scott’ın, Türkiye’de Aralık’ta gösterime giren 2008 yapımı son filmi Yalanlar Üstüne (Body of Lies), bu hassasiyetin net biçimde hissedildiği bir eser olarak karşımıza çıkıyor. The Washington Post gazetesinin dış politika yazarı David Ignatius’un 2007’de yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan Yalanlar Üstüne, yakın tarihli birçok benzeri çalışma gibi ABD’nin terörle savaştaki hatalarını sorgulama iddiası taşıyor. Ve bu sorgulamayı yaparken, tıpkı Yargısız İnfaz (Rendition-2007), Arslanı Kuzulara (Lions for Lamb-2007), Charlie Wilson’ın Savaşı (Charlie Wilson’s War-2007), Krallık (The Kingdom-2007) filmlerinde olduğu gibi, Batı merkezli bir bakış açısının temel parametrelerini sorgulamaya kalkışmıyor. Sadece bazı uygulamaların faydasızlığı ve hukuksuzluğunu göstermek suretiyle mevcut sistemin kendini yeniden güçlendirmesine katkıda bulunuyor.
Amerika’nın en itibarlı gazetecileri arasında yer alan Ignatius, Ortadoğu’yu iyi bilen, Türkiye’ye ilgi duyan bir isim. Muhabirlik dönemlerinden beri CIA ile ilgili olayları inceleyen ve Yalanlar Üstüne’nin gösterime gireceği hafta Bahçeşehir Üniversitesi’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen Ignatius, yaptığı konuşmalarda ABD’nin Ortadoğu’daki hatalarından ders aldığını düşündüğünü belirtiyor. Ignatius’a göre, ABD’nin Ortadoğu ile ilgili kararlar vermeden önce bölge, kültür ve insanlar üzerinde yeterli bilgi edinmesi halinde sorunlar büyük ölçüde çözülecek. Yalanlar Üstüne’nin başkarakteri Roger Ferris’in repliklerinden biri, bu yaklaşımı çok iyi özetliyor: “Ortadoğu herkese güvenmeye açık, sadece bu güveni kazanmak gerekiyor.
Filmin genç ve yetenekli CIA ajanı Roger Ferris (Leonardo DiCaprio), Amerikan istihbaratının tam da bu güveni kazanma çabalarına örnek teşkil eden bir elemanıdır. Aksanlı Arapça konuşabilecek, Kur’an-ı Kerim ayetlerini ezberden okuyabilecek kadar bölge kültürünü iyi bilen Ferris, deneyimli CIA ajanı Ed Hoffman (Russell Crowe) tarafından yönlendirilir. Yapmak zorunda olduğunu düşündüğü hiçbir şeyden pişmanlık duymayan Hoffman, sabahın saat altısında telefonda Ferris’e talimat yağdırırken kendisini uyaran eşine, “medeniyeti kurtardığı”nı söyleyecek kadar doğrularından şüphelenmeyen bir tiptir. CIA’in merkezinin yer aldığı Virginia Langley’deki güvenli evinde, bir taraftan aile babası rolünü oynarken diğer taraftan diz üstü bilgisayarında strateji üreten Hoffman, Batı ülkelerini hedef alan bir dizi bombalama eylemi düzenleyen el-Selim (Alon Abutbul) adında bir terör örgütü liderinin peşindedir.
El-Selim’i yakalamak için görev yaptığı Irak’tan Ürdün’ün başkenti Amman’a geçen Ferris, burada Ürdün Genel İstihbarat Birimi’nin karizmatik başkanı Hani Selim (Mark Strong) ile birlikte çalışmaya başlar. Kendisine bir Osmanlı unvanı olan “Paşa” diye hitap edilmesinden hoşlanan, Ferris’e rakiplerini ve piyonlarını kurnazca nasıl baştan çıkaracağını, insanları şiddet kullanmakla tehdit etmeden kendi hesabına çalışmaya nasıl ikna edebileceğini gösteren Hani Selim’in temel şartı, kendisine asla yalan söylenmemesidir. Ancak Hani Paşa’nın uzun vadede sonuç veren yöntemlerine tahammül edemeyecek kadar kibirli ve sabırsız olan Hoffman, Ferris’i kendi oyunlarını oynaması için sıkıştırır.
İki güçlü kişiliğin arasında kalan Ferris, görevinin gereğini yerine getirmek için Hani Paşa’dan habersiz yeni bir plan kurar ve bu uğurda masum bir insanı da kurban etmekten çekinmez. İşler başlangıçta hesapladığı gibi gitse de, kendi başına iş çevirdiğini Hani Paşa’nın fark etmesi ve duygusal bir yakınlık duyduğu İran asıllı genç hemşire Ayşe’nin (Golshifteh Farahani) kaçırılması nedeniyle yaşadığı vicdan azabı, Ferris’i bir kez daha ölümle burun buruna getirir. Ferris, artık bir karar almak zorundadır. Yargısız İnfaz’daki vicdan sahibi CIA ajanı Douglas Freeman (Jake Gyllenhaal)’ın yolundan giden Ferris, görevinden ayrılmayı tercih eder.
Extraordinary rendition (sıra dışı teslimat) adı verilen uluslararası terörle bağlantısı olduğundan şüphelenilen şahısların, ABD toprakları dışında yer alan CIA kontrolündeki gizli merkezlere, işkenceyle konuşturulmak üzere gönderilmesi uygulamasına isyan eden Freeman, sinematografik bağlamda Ferris’in öncülü konumundadır. Her iki karakter de, Hollywood’un iyi polis-kötü polis klişesinin, 11 Eylül sonrasına uyarlanmış sürümüdür. Her iki filmden çıkan ortak sonuç da, terörle mücadele etmek için masum insanların feda edilmesinin kaçınılmaz olduğu, buna tahammül edemeyen hassas kalpler için de kendi yoluna gitmek dışında bir seçeneğin olmadığıdır.
Yine de haksızlık etmeyelim. Bütün pis işleri yapan kaba Arap tiplemesinin dışında rafine Arap karakterlere yer vermek, Amerikalıların, “Predator System” gibi uydu teknolojilerine sahip olmalarının her zaman için kazanmalarını sağlamadığını göstermek türünde jestler de barındırıyor Yalanlar Üstüne. Fakat bu küçük jestler, ana-akım Amerikan sineması örneği bütün yapımlar gibi Yalanlar Üstüne’nin de, gelip dayanacağı noktanın, ABD’nin imaj tazeleme çalışmasının parçası olmasına engel teşkil etmiyor.
Paylaş
Tavsiye Et