DAHA önceki Anlayış yazılarında, değişik vesilelerle dile getirdiğimiz gibi, (g)-öz’ün dışarıyla teması duyu-larla olsa da duyulara eşlik eden, ihsası idrake dönüştüren, duygu ve düşünce yüklü dil’dir. Tüm değişik türleriyle dil, yalnızca basit ve sabit bir bildirişim ve iletişim aracı değil, aynı zamanda, insanın içinde yaşadığı, hayatını anlamlı kıldığı, karmaşık ve dinamik, sabitelerinin yanı sıra sürekli kendini yenileyen bir örüntüdür. Bu nedenledir ki, Varlık’a çentik atma yetisi olarak Dil’in, Hayat’ta yolumuza istikâmet veren bir sağınlıkta olması gerekir. Tabiat’taki bir olgu ve olayı idrak için nasıl hem niceliksel hem de kavramsal yapısı güçlü teorik bir dil geliştiriyorsak, Hayat’a ilişkin olgu ve olayları idrak için de, benzer biçimde, dizilimi (sentaksı), anlamsallığı (semantiği) ve göstergesi (semiyotiği) başta olmak üzere kavramsal örgüsü yüksek bir dil geliştirmek zorundayız. Biraz önce işaret edildiği üzere, söz konusu örgünün, tüm sabit değerlerine karşın, Varlık’taki yeni olgu ve olayları çentiklemek için dinamik olması gerekir. İnsanın en önemli yetilerinden birinin “ad vermek/koymak” olduğu (Fahreddin Râzî, “Âdem’e isimleri öğretti” ayetini “ad verme/koyma gücü” olarak tefsir eder) gerçeğini göz önünde bulundurursak, özgürlüğümüzün sınırının ad verebilmemizin sınırıyla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Denilenleri günümüzün ulusal ya da uluslararası alanlardaki siyasî ve sosyal olaylarına uyguladığımızda, kural koyanın, belirleyenin, yönlendirenin sürekli ad verme/koyma gücünü elinde bulunduran olduğu rahatlıkla söylenilebilir.
Teoloji’de Tanrı’nın hikmeti aranır, ontoloji’de illet, fizik’te ise sebep; çünkü bu üç alanın var-olması (mevcud), insanın icâdına, gücüne (kudret) ve seçimine (ihtiyâr), kısaca insanın eylemine (amel) bağlı değildir; ancak idraki insana bağlıdır. Tabiat’ın tersine, Hayat’ın hem icadı hem de idraki, insanın gücüne ve seçimine; kısaca insanın eylemine tâbidir. “Eylemler (ameller) “ise” niyetlere göredir.” Bu nedenle Hayat’a ilişkin bir eylemin tayin ve tespiti, arkasında duran niyetin tayin ve tespitine bağlıdır. Bu noktada “niyet okuma” tavrının ve “kıyâs el-şâhid âlâ el-ğâib” kuralının tuzağına düşmemek için, kastedilen niyetin, bilfiil hale gelmiş, varlık kazanmış, duyu-duygu-düşünce birlikteliğini tecessüm ettirmiş, kısaca eyleme dökülmüş niyet olduğu vurgulanmalıdır. Böyle bir niyet, tüm insanî eylemlerde içkindir; ister menfaat ister maslahat saikiyle olsun, insanî yapıp-etmelerin, icadların, eylemlerin bir niyetin, niyetlerin cisimleşmesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Niyet, Hayat’a çentik atmanın, ad koymanın hem doğasını hem de istikâmetini belirler, çünkü niyet, içeriği ne olursa olsun insanî eyleme bir amaç giydirir. Bu nedenle niyeti belirlemek yalnızca mevcut hayatî olgu ve olayın maddesini değil suretini, manasını, amacını tayin etmeyi de sağlar.
Dili, delâlet teorisi bağlamında, sözlü ve sözsüz ve bunların alt türleriyle birlikte dikkate alırsak, Hayat’ın da aslında, bir tür dil olduğu rahatlıkla düşünülebilir. Siyasî, iktisadî, dinî, mimarî, kısaca kişisel ya da toplumsal her olgu ve olayın, aslında bir niyetin, bir gayenin, duyu-duygu-düşüncenin somut bir göstergesi olarak bir eylemin Hayat’a çentik atma tavrı ve tarzının, kısaca insan tarafından bir “...denmek istenilen”in cisimleşmesi, var-olması olduğu söylenilebilir. Nasıl ki, bir bireyin, tüm eylediklerini göz önünde bulundurarak, hayata ilişkin niyet ve amacını belirleme olanağımız varsa; bir toplumun ve ürettiği kültürün de tarihi boyunca tüm eylediklerini dikkate alarak niyet ve amacını belirleme olanağımız da vardır. Hayat’ta kişi ve toplumların yargılanması “...denmek istenilen” eylenene bağlıdır; “...denmek istenilen” eylenilmesi düşünülene değil; çünkü, -Ali Kuşçu’nun da dediği gibi- biz insanlar ancak ve ancak idrakimize konu olan bilfiil olgu ve olayları bilebiliriz; bilkuvve olanları değil; zira bilkuvve olan henüz icad edilmemiş, var olmamıştır; eyleme dökülmemiş bir niyet üzerine yargı ise Tanrı’ya mahsustur.
Yukarıda çizilen çerçevede, halihazırda Dünya’da olup bitenleri anlamak, anlamlandırmak, tefekkür ve tedebbür edebilmek, fikir ve tedbir yetiştirebilmek için, bu hayatî olgu ve olayları eyleyen kişi ve kültürlerin dilini, dolayısıyla niyetlerini ve amaçlarını tayin ve tespit etmeliyiz. Nitekim tefekkür, tahkik (isbat el-mesele bi-el-delil) ve tedkikte (isbat el-delil bi-el-delil) aklın, kanıt (delil) üzerinde nazar yoluyla tasarruf etmesi iken, tedebbür, insanî amelin (dolayısıyla niyet ve amacın) hayattaki sonuçları üzerinde yine nazar yoluyla tasarruf etmek demektir; bu nedenledir ki, tefekkür’ün sonucu fikir, tedebbür’ün sonucu tedbir’dir. Böylece denilebilir ki, hem nazariyata (Tabiat’a) ilişkin fikir hem de ameliyata (Hayat’a) ilişkin tedbir, aklın tahkik ve tedkik tarzı çalışmasından kaynaklanır. Tersi durumda, hayata ilişkin her olgu ve olayda ya ağlar ya güleriz ya da bağıra bağıra yürürüz; ama bir türlü tebdir edemeyiz; çünkü fikir yok ise tedbir de yoktur.
Anlatılanlara en güzel örnek, Mustafa Özel’den dinlediğim, şu tarihî anlatıdır: Barbaros Hayreddin Paşa, 1538’deki Preveze Deniz Savaşı’ndan hemen önce takip edilecek savaş taktiği için etrafındakilerle istişâre ederken sorar: “Acaba Andre Dorya yarın ne tür bir taktik uygulayacağımızı düşünüyor?” Sonuç olarak, Dorya’nın Osmanlı donanmasının takip edebileceğini düşündüğü savaş taktiği tespit edilip, ona göre tedbir alınıyor ve savaş bu taktik üzere kazanılıyor. Dikkat edilirse, her iki tarafta soru “Yarın nasıl bir taktik uygulayalım” değildir; öte yandan Barbaros, Andre Dorya’nın savaş taktiğini de merak etmiyor; tersine Dorya’nın taktiğini kendisinin muhtemel savaş taktiğine göre kurgulayacağını düşünüyor ve onu aşan yeni bir taktik geliştirerek savaşı tedbir ediyor; çünkü tedbir, tekrar pahasına, niyet ve amacın en ucunu düşünerek tefekkür eylemektir.
Niyetin işaret ettiği gaye dikkate alınarak geliştirilecek ç-özüm (tedbir), sorunun öz-üne iner; tersi durumda kabukla uğraşmak kaçınılmaz; bağırıp-çığırmak kaderimiz olur. Unutmayalım ki, zavallılara, zayıflara, Tanrı acıyabilir; ama niyeti, gayesi, kısacası dili kötü olan insanımsılar asla acımazlar. Öte yandan, el duası bitmeden yapılacak dil duası yalnızca bir gürültüdür; çünkü yine, ancak el ve dilce hazır olanlar, huzur bulurlar...
Paylaş
Tavsiye Et