SON Gazze Savaşı’nın ortaya çıkardığı gerçek, yapılan reformlara rağmen İslam Konferansı Teşkilatı (İKT)’nın pasif ve işlevsiz yapısının devam ettiğidir. 1969’da kurulduğunda genel beklenti, İKT’nin İslam dünyasının uluslararası arenada siyasi temsilcisi rolünü üstlenmesiydi. BM’den sonra dünyanın en büyük uluslararası kuruluşu olma özelliğini taşıyan İKT, kurulduğu günden bu yana beklentileri karşılayamadı. Kuruluş nedeni olan Filistin’i savunma misyonunu dahi tam olarak gerçekleştiremedi. Ocak ayında Gazze gündemiyle acil toplanan İKT Dışişleri Konseyi ve İKT Parlamenterler Birliği, küresel düzeyde inisiyatif almak bir yana, kendi üyesi Mısır’a baskı yapıp Refah Kapısı’nın düzenli bir şekilde açık tutulması konusunda bile gerekli kararı alamadı. Yapılanlar insani yardım faaliyetleriyle sınırlı kaldı. Bu durum Müslüman kamuoyunun İKT’ye olan güvenini sarsarken, kurumun varlık sebebi de sorgulanmaya başlandı.
Ne var ki İKT’nin siyasi birlikten yoksun pasif yapısı yeni bir durum değil. Soğuk Savaş dönemini küresel kutuplaşmanın gölgesinde geçiren teşkilat, Soğuk Savaş sonrası dönemde de yaşanan dönüşüme ayak uyduramayarak dünya siyasetindeki işlevsiz kurumlar arasında yer almaya devam etti. Başlangıçta 30 olan üye sayısı bugün 57’ye ulaşan teşkilatın karar alma mekanizmalarındaki yapısal sorunlar, bu genişleme ile daha da arttı. Neticede, kurumsal yapının ve teşkilat politikalarının, reform olmaksızın, Soğuk Savaş koşullarında oluşturulan sistem ile işleyemeyeceği gerçeği tüm üye ülkeler tarafından kabul edildi. Özellikle 11 Eylül sonrasında İslam dünyası üzerinde oluşan hava, Afganistan ve Irak işgalleri, Filistin sorununun derinleşerek devam etmesi gibi birçok neden İKT’nin reform ihtiyacını kaçınılmaz kıldı.
Reform Süreci
Teşkilat içindeki ilk reform, genel sekreterin atama yerine seçim yoluyla işbaşına gelmesi oldu. Türkiye’nin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu üyelerin büyük çoğunluğunun desteği ile İKT Genel Sekreteri seçildi ve 2005 yılında göreve başladı. Daha sonra İslam dünyasının önde gelen ilim adamı ve aydınlarından “Akil Adamlar Komisyonu” oluşturuldu ve komisyon gerek İKT’nin gerekse İslam dünyasının yaşadığı sorunlara karşı çözüm önerileri içeren bir rapor hazırladı. Raporda, İslam dünyasının 21. yüzyılda karşı karşıya kaldığı problemler ve çözüm yolları dile getirildi. Bu çerçevede üye ülkelerde hukukun ve demokrasinin yerleştirilmesi çağrısının yanı sıra İKT’nin yeniden yapılandırılarak etkin bir uluslararası kuruluşa dönüştürülmesine imkan tanıyacak yapısal reform önerilerine yer verildi. Yapısal reform önerileri arasında, İKT’nin mali yapısının güçlendirilmesi, genel sekreterin yetkilerinin arttırılması, mevcut komitelerin etkin kılınması ve karar alma sürecinin kolaylaştırılması dikkat çeken başlıklardı.
Dahası, İKT’de yapısal dönüşümleri ve üye ülkelerin iç sistemlerinde reformu öngören bu raporlar “Yeni Kuruluş Şartı” haline getirilerek 2005 Mekke ve 2008 Dakar zirvelerinde kabul edildi. Fakat bu reformlar üye ülkelerin ortak siyasi iradelerini oluşturmak ve bunu uygulamaya geçirmek konusunda yetersiz kaldı. Teşkilat içi yapısal reformlar kısa vadede yürürlüğe girse de aslolan, üye ülkelerin bağımsız ve ortak politikalar üretebilecek siyasi reformları harekete geçirmeleri. Ancak siyasi reformlara karşı totaliter rejimlerin ciddi direnişi söz konusu. Kurumun siyasi alandaki yetkilerinin artması yönündeki reformlara pek çok üye ülke, egemenliklerini aşındıran bir sistem ortaya çıkmasından endişe ettikleri için sıcak bakmıyor. Bu da İKT’nin daha etkin ve sonuç alıcı bir yapıya dönüşmesini engelliyor.
İKT’nin Açmazları
Başta İKT olmak üzere İslam dünyasındaki işbirliği teşkilatlarının aktif ve etkin olmasının önündeki en büyük engel, ülkelerin çok farklı yönetim ve dış politika anlayışlarına sahip olmaları. Ulus-devlet sisteminin benimsendiği ülkelerde toplumlar sisteme adapte olmakta sorunlar yaşarken, totaliter rejimlerde ise yönetim ile halk arasında derin uçurumlar bulunuyor. Bu yüzden iç siyasi gerilimlerin yaşandığı ülkelerde bütünlük ve istikrar sağlanamıyor. Başta Afrika ve Ortadoğu olmak üzere siyasi bunalımlarla uğraşan ve iç siyasi bütünlüğünü sağlayamayan pek çok Müslüman ülke İKT içinde de doğal olarak bir varlık gösteremiyor.
Kendi içlerinde ciddi meşruiyet problemleri yaşayan çoğu üye ülke küresel güç odaklarının etkisiyle iç ve dış politikalarını belirliyor. Örneğin 2006 Lübnan Savaşı sırasında bazı Arap yönetimleri İsrail saldırıları karşısında çekimser kalmış ve ABD’nin etkisiyle İKT’nin olağanüstü toplantısına itibar etmemeleri sonucu son yılların en düşük katılımlı toplantısı gerçekleşmişti. Son Gazze Savaşı’nda da bazı Arap liderleri toplumlarından gelen tepkilere rağmen ABD’nin etkisiyle ve kendi rejimlerinin güvenliği adına Hamas karşıtı tavır alırken, Türkiye, Suriye, Katar gibi ülkeler ise Hamas’ı dışlayan girişimlere karşı çıktı. Bu durum, İKT içinde de bölünmelere ve kutuplaşmalara yol açtı; teşkilatın ortak ve etkin politikalar üretmesini engelledi.
Tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, bugün de İKT içinde kutuplaşmalar farklı biçimlerde de olsa devam ediyor. Arap ülkeleri deyince akla ilk gelen Suudi Arabistan ve Mısır, Filistin meselesindeki rollerini de kullanarak kendilerini teşkilatın merkezinde tutmaya çalışıyor. Genel sekreterliği almasıyla Türkiye’nin teşkilat içinde gücünün ve etkinliğinin artması karşısında içten içe duyulan rahatsızlık ve güçlenen İran’a karşı Sünni-Arap ittifakı yaratma çabaları yeni kutuplaşmaları ortaya çıkarıyor. Etkin bir İKT için etnik kökene, mezhep farklılıklarına ve menfaatlere dayanan kutuplaşmaları aşan dinamiklerin öne çıkarılması zorunlu.
Bunalımlar ve krizler içindeki İslam dünyası için çözüm üretme misyonu İKT’ye ağır sorumluluklar yüklüyor. İKT İslam dünyasının siyasi kimliğini oluşturan ve küresel düzeyde inisiyatif alan aktif bir kuruluş olmalı ve bölge barışı için ABD’nin Ortadoğu’da gerileyen etkinliğinin yerini almalı. Bunun için de Soğuk Savaş mantığını bir kenara koyup 21. yüzyılın gerçeklerine uygun reformların hayata geçirilmesi gerekiyor. Arkasına Türkiye’nin desteğini alan Ekmeleddin İhsanoğlu’nun inisiyatif kullanarak teşkilata etkinlik kazandırma çabaları sorunlara çözüm için yeterli değil. Hiç kuşkusuz bu tür uluslararası kuruluşların gücü ve etkinliği üyelerin siyasi iradelerinden kaynaklanır. Bu nedenle üye devletler etkin bir İKT için öngörülen siyasal ve toplumsal reformları hayata geçirme konusunda iradelerini net bir şekilde ortaya koymalılar. Reformları hayata geçiremeyen ve etkinliğini arttıramayan bir İKT, 21. yüzyıl dünya düzeninde kenarda kalmaya veya yok olmaya mahkumdur. Şayet bugüne kadar işleyen sistem değişir ve reformlar gerçekleşirse, İKT küresel düzenin en önemli aktörlerinden biri olmaya adaydır.
Gazze: Medeniyetler çatışması için İsrail stratejisi
Hasan Yavuz
SAMUEL Huntington 89 yaşında, Aralık 2008’in son günlerinde, tüm dünyayı etkileyen Amerikan finansal krizi ile Gazze’de savaşın yaşandığı ve ABD’de Barack Obama’nın başkan seçildiği bir dönemde öldü. Başkan Lyndon Johnson (1963-1969) döneminde karşı devrim uzmanı olan Huntington, 1993’te dünyaya artık siyaset ya da iktisadın değil, kültürün hâkim olacağını açıkladığı “Medeniyetler Çatışması” başlıklı makaleyi yazmıştı.
Etnik, ekonomik ya da coğrafi amaçlardan ziyade toplum, grup, kimliğe önem atfeden Huntington’ın teorisine göre, 21. yüzyılın önemli savaşlarının kaynağı medeniyet olacaktır. Dünyayı sekiz muhalif “medeniyetler”e bölen Huntington’ın ilgisini sadece iki medeniyet çekmiştir: Çin ve özellikle İslam. İslam medeniyetinin “kanlı sınırları”nı betimlemiş, bu çerçevede Bosna, Sudan, Çeçenistan ve Pakistan gibi çeşitli savaşları analiz etmiş ve “Batı’nın sorunu İslamcılıkla değil İslam’ladır” demiştir.
Ancak gerçekte “medeniyetler çatışması” kavramı Huntington’a ait değildir. Paul Wolfowitz ve Bush dönemindeki yeni-muhafazakârlara yakın ve İsrail politikasının şartsız destekleyicisi olan İngiliz akademisyen Bernard Lewis The Middle East and the West (1964) adlı kitabında “Yakın Doğu krizi ülkeler arasındaki anlaşmazlıktan değil, medeniyetler çatışmasından kaynaklanmaktadır” demiştir. Bu deyim, Alain Gresh’in belirttiği gibi Lewis’in kendisi tarafından 25 sene sonra “The Roots of Muslim Rage” makalesinde tekrar ortaya konmuştur: “Bu, medeniyetler çatışmasından başka bir şey değil; eski düşmanımızın, Yahudi-Hıristiyan mirasımıza karşı tepkisi mantıksız olabilir ama kesinlikle tarihseldir. Medeniyetler çatışmasının uluslararası ilişkilerde önemli bir nokta olduğunu çoğumuzun kabul edeceğini düşünüyorum.”
Lewis’in görüşünün merkezinde yer alan “medeniyetler çatışması” öncelikle açıkça tanımlanan “İslam” ve “Batı” (ya da Yahudi-Hıristiyan medeniyeti) grupları arasındaki çatışmadır. Filistinliler İsrail’in bitmeyen işgaline karşı değildir, Araplar ABD’den İsrail’i desteklediği için nefret etmemektedir; Müslümanların asıl reddettikleri şey, özgürlük ve demokrasidir. Lewis’e göre Kosova Savaşı, “Müslümanların kafirler tarafından yönetilmek istememeleri” ile açıklanabilir.
Filistin, Medeniyetler Çatışması’nın Neresinde?
Modern dönemde emperyalizme karşı direniş hareketlerinin başlangıcından itibaren Batı’da saldırgan, şiddetli, yayılmacı ve Batı’yı dize getirmek isteyen bir İslam fikri gündemde tutuldu. Müslüman ülkelerin zaaflarını, bölünmüşlüklerini, Batı’ya karşı bağımlılıklarını, kendilerini yenileme ve geliştirme konusundaki yetersizliklerini göz önünde tuttuğumuzda bu fikir insanı gülümsetebilir. Buna rağmen bu fikir, medya gücünün yardımıyla Batılıların aklına, neredeyse İslam ve terörizmin bağdaştırılması kadar yerleşti. Oysa Müslüman ülkeler de Batı’yı sarsan aynı terörizme maruz kalıyor; üstelik sömürgecilik döneminden beri uğradıkları işgaller de cabası... Ama bunların önemi yok; Batılılar, yine de belirsizliği, karışıklığı ve Haçlı Seferleri zihniyetini beslemeye devam edeceklerdir.
Bugün “uluslararası terör ile mücadele” artık kullanılan en muteber ve meşru paradigma haline geldi. Filistin’in bağımsızlığı için verilen mücadele, bölgenin “tek demokrasisi ve tek Batı yanlısı devleti olan İsrail’in istikrarsızlaştırılması”na indirgendi. İdeolojisini paylaşır veya paylaşmazsınız, ama Hamas örneğinde görüldüğü gibi, bağımsızlık mücadelesi yürüten örgütler ile terör grupları arasındaki çizgi, bilinçli olarak manipüle edildi ve hepsi bir kazanda kaynatıldı. Oysa İsrail-Filistin arasındaki meselenin, hem alabildiğine modern hem de dinî olmaktan çok siyasi bir mesele niteliği taşıdığı biliniyor; zaten Hamas da toprak için savaşıyor.
Yahudi-Hıristiyan Çatışmasından “Ortak Düşman Müslümanlar” Konseptine Geçiş
24 Ocak 2009 tarihli Le Monde gazetesine göre, İsrail ordusunun Gazze’den çekilmesinden sonra sağlam kalan nadir evlerin birinde İsrailli askerler tarafından “Arapların yeri, yerin altıdır. Gerçek Givati (İsrail ordusunun elit ünitesi) iseniz Arapları öldürmelisiniz” şeklinde tebeşirle yazılan yazılar okunabilir. Guantanamo’daki mahkumlar için kurulan askerî mahkemelerin eski savcısı, Le Monde gazetesine (14 Ocak 2009), “11 Eylül 2001 saldırılardan sonra düşmanımı cezalandırmak için tayin edilmemi istedim. Benim için Hıristiyanlar Müslümanlara karşıydı, iyilik kötülüğe karşıydı ve bizler iyilerin tarafındaydık” şeklinde bir açıklamada bulunmuştu.
Savcının arzularını ifade etmek için “medeniyetler çatışması”ndan daha iyi bir deyim bulunamaz. İsrail’in Gazze’de uyguladığı politika da İslam-Batı çatışmasının bir parçası. İsrail ile Amerikan yeni-muhafazakârları arasındaki yakınlık entelektüel yakınlığın ötesinde.
İslam’a karşı beslenen nefret, Filistin halkının inkarı ve tecridi, İsrail’in BM’nin hiçbir kararını dikkate almaması ve yaşanabilir bir Filistin devletinin kurulmasına inatla karşı koyması… Tüm bunlar medeniyetler çatışmasının oluşumu için nesnel şartları yaratıyor. Batı’nın ve özellikle Avrupa’nın, İsrail’in dünyanın bu bölgesinde uyguladığı politikanın tehlikeli olduğunu ve bunda sorumlulukları bulunduğunu fark etmesi gerekiyor.
“Medeniyetler çatışması” kavramının uzmanları ve Amerikan yeni-muhafazakârları Batı’nın varlığını düşmansız düşünemiyorlar. Eskiden bu düşman komünizmdi, günümüzde ise İslam. Filistin mücadelesi hemen İslam’ın Batı’ya karşı bir mücadelesi olarak tanımlanıyor. Eski düşmanın yerine yeni bir düşman konuyor. Protestanlığın kurucusu Martin Luther’in sözleri bu bağlamda ilginç. 1543 yılında kaleme aldığı Yahudilere ve Yalanlarına Dair başlıklı kitabında “ahlaksızlığın milleti”, “onlar Allah’ın insanları değiller, soyları hakkındaki cüretleri, sünnetleri ve kanunları döküntü olarak algılanmalı” diyor. Yahudilere karşı önerdiği tedbirler arasında sinagoglarının, okullarının ve dua kitaplarının yakılması ile onlara acımasızca zulmedilmesi var. Ve sonuç olarak “Hepsini öldürmemekle suç işlemekteyiz” şeklinde bir açıklamada bulunuyor. (Gérard Mordillat ve Jérome Prieur, Jésus sans Jésus, 2008, s.243)
Alman filozofu Karl Jaspers, bunda bir Nazi programını öngörüyordu. Ayrıca Hitler, bir “Luther günü” ilan etmiş ve Luther’in doğum tarihi olan 10 Kasım 1938 tarihinde sinagoglar yakılmıştı… Martin Luther’in bu savları neyse ki çoktan bırakıldı. Yeni-muhafazakârlar ve İsrail devleti açısından durum şu ki, artık düşman Yahudiler değil Müslümanlar.
Görevine başlarken yaptığı konuşmasında Barack Obama ise ABD’yi “Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve ateistler milleti” olarak tanımladı ve “Bilime hak ettiği yerini tekrar vereceğiz” diyerek yönetimdeki tüm köktendinci etkilere son verdiğini ima etti. Bu vaatlerin yerine getirilmesi kuşkusuz “medeniyetler çatışması” tezini sarsacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et