ATLANTİK’İN iki yakasını birleştiren ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’daki komünist yayılmacılığı engellemek için ABD’nin öncülüğünde kurulan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), 60. yıldönümünü kutluyor. 4 Nisan 1949’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile hayata geçirilen Batı savunma ittifakı NATO’ya cevap olarak Sovyetler Birliği 1955’te Varşova Paktı’nı kurmuş, iki örgüt Soğuk Savaş’ın güçler dengesinin sembol kurumları haline gelmişti. 1991’de SSCB’nin dağılması ve Varşova Paktı’nın ortadan kalkmasına rağmen NATO, eski Doğu Bloğu ülkelerine doğru genişleyerek varlığını sürdürdü. Ve NATO, George W. Bush yönetimindeki ABD ile Rusya arasında, Polonya’ya füze savunma kalkanı yerleştirilmesi ve Ukrayna ile Gürcistan’ın ittifaka üyelikleri gibi netameli konuların odağına yerleşti.
Dolayısıyla 90’larda Balkanlar’daki müdahaleleriyle temel politik değişikliklere zemin hazırlayan ve şimdilerde Afganistan’da Taliban’a karşı mücadele eden NATO’nun 60. yaşını kutlaması kayda değer bir başarı. Üstelik NATO yeni yaşına, ilginç bir gelişme ile giriyor: Fransa’nın 1966’da dönemin Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün kararıyla ayrıldığı NATO’nun askerî kanadına geri dönüşü. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından alınan ve 17 Mart’ta Fransız parlamentosunda onaylanan karar, 3-4 Nisan’da Almanya’nın Baden-Baden/Kehl ile Fransa’nın Strazburg şehirlerinde düzenlenecek NATO Zirvesi’nde ittifak üyelerine resmen ilan edilecek.
BM Güvenlik Konseyi üyesi ve nükleer güç sahibi tek kıta Avrupa ülkesi Fransa’nın NATO ile serencamı, herşeyden önce oynamaya çalıştığı “bağımsızlığına düşkün Avrupalı” rolünün sınırlarına işaret ediyor. 2003’te Irak’ın işgaline karşı çıkan Fransa, buradaki ticaret pastasından pay almaya başlamasıyla birlikte ABD’nin dünyadaki nüfuzu ile çatışmayan söylemlere yöneldi ve nihayetinde NATO’nun askerî kanadına geri dönme kararı aldı. Buna rağmen bu tavır değişikliği, ekonomik çıkarlar ve 2007’de cumhurbaşkanı seçilen Sarkozy’nin seleflerine oranla daha Amerikan yanlısı olması dışında bir sebebe dayanıyor: Fransa’nın NATO’nun askerî karar organında yer almasa da, 90’lardan itibaren örgütün çeşitli operasyonlarına katılması. Bu uygulama, dönüş kararının hem uluslararası çevrelerde şaşkınlık yaratmaması hem de Fransız kamuoyunda beklendiği ölçüde büyük tepki uyandırmamasının temel nedeni.
NATO, 1995’te Bosna-Hersek’te saldırgan taraf konumundaki Sırp güçlerine, 1999’da da Kosova’daki askerî operasyonlarına son vermesi için Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya’ya yönelik hava saldırıları düzenlemişti. Amerikan savaş uçaklarınca gerçekleştirilen müdahalelerin ardından barışın devamını sağlamak için her iki bölgeye de yerleştirilen NATO güçleri arasında Fransız askerleri de yer alıyordu. 2003’te ise Afganistan’daki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) komutanlığının idaresi NATO’ya teslim edildi. NATO’nun Avrupa dışındaki ilk misyonu olması hasebiyle özel bir önem taşıyan Afganistan’daki savaşta Amerikan güçleri, gerek asker sayısı gerekse de ekipman açısından işin büyük kısmını üstlendi. Fakat halen 3.000’i aşkın askerle ISAF komutası altında görev yapan Fransız güçleri de Afganistan’ın doğusu ve güneyinde etkili olan Taliban ile sıcak çatışmalara sürekli katılıyor ve ciddi kayıplar veriyor.
Amerikalı yorumcu William Pfaff, TruthDig isimli internet gazetesinde 17 Mart’ta yayımlanan yazısında, Fransa’nın NATO ile işbirliğini sürdürmesine rağmen çıkarlarına uygun bağımsız hareket edebildiğini, bunun da ona Avrupa’daki diğer ülkelerden daha geniş bir uluslararası nüfuz sağladığını, Sarkozy’nin bundan vazgeçmemesi gerektiğini belirtiyor. Pfaff ve benzeri görüşteki yorumcular bazı açılardan haklı olsalar da, NATO’nun Soğuk Savaş sonrası geçirdiği dönüşüm, ittifakın yapısını ve “bütünleşme” kavramının anlamını önemli ölçüde değiştirdi. Artık herhangi bir NATO ülkesinin saldırıya uğramasının, ittifakın bütün üyelerinin saldırıya uğraması anlamına geleceği ilkesi büyük ölçüde anlamsızlaştı. Ve her üyenin NATO operasyonlarına nasıl katkı sağlayacağı da kendi kararına bağlı. Bu bağlamda Fransa’nın nükleer gücü (Force de Frappe) hiçbir şekilde NATO komutası altına girmeyecek.
NATO Karşılığı AB Açılımı Beklentisi
Fransa’nın NATO’nun askerî karar organına geri dönebilmesi için örgütün kendisi dışındaki 25 üyesinin tamamının onayını alması gerekiyor. Bu ülkenin Türkiye’nin AB’ye üyeliği ile ortak “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” (AGSP) çerçevesinde oluşturulacak Avrupa Ordusu’na katılması konularında sergilediği olumsuz tavır hatırlanınca, Türkiye’nin Fransa’yı veto edip etmeyeceği gündeme geliyor. ABD’nin yeni başkanı Barack Obama’nın dış politikadaki önceliğinin Afganistan olduğu ve bu konuda bütün NATO üyelerinin sorumluluk üstlenmesini ısrarla istediği bir dönemde, Fransa’nın geri dönüşü başta ABD olmak üzere NATO üyeleri tarafından olumlu karşılanıyor.
Bu şartlar altında Türkiye’nin veto kartını kullanmaya kalkışması, reel-politik açısından mantıklı olmayacaktır. Nitekim 26 Mart’ta Belçika’nın başkenti Brüksel’de yapılan Avrupa İş Zirvesi’ne katılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, orada düzenlediği basın toplantısında, Fransa’nın dönüşünün NATO’yu güçlendireceğini belirtip Türkiye’nin bununla ilgili prosedürleri dikkatle takip ettiğini kaydetmesi, devletin tavrını ortaya koyuyor. Diğer yandan Türkiye, AB ve AGSP konularında Fransa’dan, Türk kamuoyunu tatmin edecek bir açılım bekliyor. Obama yönetiminin Türkiye ile işbirliğine verdiği önem göz önüne alındığında Fransa’nın bu konularda radikal bir açılım olmasa bile kısmi bir yumuşamaya gidebileceği tahmin edilebilir.
NATO Genel Sekreterliği görevi 31 Temmuz’da dolacak Jaap de Hoop Scheffer’in halefinin Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen olmasına Türkiye’nin muhalefeti, dünya basınında NATO Zirvesi öncesi sıkça yer alan bir diğer konu. Türkiye’nin Rasmussen ismine, 2003’te “Türkiye asla AB’nin tam üyesi olamayacak” şeklindeki sözleri, PKK yanlısı Roj TV’ye yayın izni vermesi ve 2006’da Hz. Muhammed’e hakaret eden karikatürleri savunması nedeniyle tepki gösterdiği biliniyor. Gül’ün yine Brüksel’de Türkiye’nin “herhangi bir isme peşinen karşı olmadığı”nı söylediği dikkate alınırsa, yeni genel sekreter üzerindeki pazarlıklar anlaşılan epey zorlu geçiyor.
Stephen Kinzer, The Guardian’daki 25 Mart tarihli yazısında, Afganistan’da İslam dünyasının desteğine ihtiyaç duyan NATO’nun Rasmussen’i seçmesi halinde büyük hata yapacağını ve Müslümanları açıkça tahkir edeceğini ifade ediyor. İslam dünyası ile yeni bir sayfa açmak isteyen Obama’nın böylesine yanlış bir karar almayacağını umalım. Aksi halde, birçok yorumcu tarafından NATO’nun geleceğini belirleyecek kadar hayati bir önem taşıdığına dikkat çekilen Afganistan operasyonu, başarılı olmak için mutlaka kalplerin de kazanılması gerektiğini sık sık unutan Batılı liderler için hüsranla sonuçlanabilir.
Paylaş
Tavsiye Et