İSTER iş adamı olsun, ister asker; eylem adamları çoğu zaman teorisizdir. El yordamıyla hareket eder; kişisel tecrübelerine güvenir ve (ölü yahut diri) kimseden “akıl alma”ya yanaşmazlar. Teorisiz derede yüzebilir, fakat denize açılamazsınız. Türk askeri, modern tarihte belki ilk defa, eylemini teorik bir temele dayandırma ihtiyacı duyuyor. Mustafa Kemal’in “Ben yapayım, siz yazarsınız!” yaklaşımı tarihe karışıyor. Asker, milletle konuşmak istiyor.
Genelkurmay Başkanı Sayın İlker Başbuğ’un 14 Nisan konuşması birkaç bakımdan tarihî değer taşıyor. Sekizi yabancı olmak üzere toplam 11 bilimsel eser veya rapora atıfta bulunan konuşma, uluslararası bir sempozyuma sunulmak üzere hazırlanmış bir tebliğden farksızdı. Zaten Sayın Başkan konuşmasının başında “sivil-asker ilişkileri başta olmak üzere, terör ve terörle mücadele, demokrasi ve laiklik gibi konulara akademik bir pencereden bakmaya çalışacağını” belirtiyordu. Konuşma bu bakımdan kişisel olduğu kadar kurumsal bir hazırlık ve yetkinliğin derecesini de göz önüne seriyordu. Önce konuşmanın ana tespit yahut varsayımlarını paylaşalım:
1. Askerlik profesyonel bir meslek olmakla beraber “Weberyen bürokratik yapılanma ve iş dünyasındaki yönetişim yapılanmalarındaki profesyonellik”ten farklıdır. Neden? Çünkü “askerlikte maddi gereksinimlerin önceliği daha azdır ve askerlik bir meslekten ziyade bir yaşam biçimidir.”
2. Silahlı kuvvetler, toplumların dönüşüm ve modernleşmesinde öncü rol oynar.
3. Askerlik, temelde toplumun güven ve itimadına dayanır.
4. Sivil otorite, askere “kendisini organize etme ve görevlerini yürütme açısından önemli boyutta otonomi” sağlamalıdır.
5. Türkiye 30 yıldır PKK bölücü örgütü üzerinden yürütülen bir terör olayıyla karşı karşıyadır. Örgüt başlangıçta sınıf-temelli bir çatışma felsefesine sahipken, sonra küresel konjonktüre uygun olarak etnik temelli bir çatışma anlayışını benimsemiştir.
6. Anadolu coğrafyası etnik temelli bir ayrışmaya müsait değildir. “Yüzyıllardan beri, Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif gruplar arasında bir kültür alış verişi yaşanmıştır. Anadolu coğrafyası, çok hareketli bir sosyal, ekonomik ve kültürel karakteristiğe sahiptir. Bu dinamik coğrafyada yüzyıllardır süregelen sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşimlerimiz sonucunda farklılıklarımız törpülenirken, ortak paydalarımız ve değerlerimiz artmıştır. Burada bir bütünleşme ve benzeşme söz konusudur.”
7. Ne Osmanlı ne de Cumhuriyet döneminde, hiçbir kurumumuz etnik temelde yapılandırılmamıştır. “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısına baktığımız zaman, Edirne’den Hakkari’ye kadar vatanın her köşesinden gelen subay, astsubay, uzman çavuş, er ve erbaşlar ile sivil memurları görebilirsiniz. Bölücü Terör Örgütü’ne karşı sürdürdüğümüz mücadelede, şehitlik ve gazilik mertebesine ulaşmış kahramanlarımız arasında çok sayıda Kürt ve Zaza kökenli vatan evladı vardır.”
8. Türkiye’de hiçbir siyasal hak ve görev de etnik temelde tanzim edilmemiştir. “Birinci Meclis’ten beri, Türk siyasal hayatında tüm vatandaşlarımız, etnik köken ve dinî inanç ayrımı yapılmaksızın eşit siyasal, sosyal hak ve yükümlülüklere sahip olmuştur.”
9. İsyanlar nedeniyle alınan bazı tedbirler asimilasyon olarak değerlendirilmemelidir. “Bu tedbirler, ulus-devlet inşası sürecinde gerekli görülen bir takım uygulamalardır. Fakat bu uygulamalarla homojen etnik bir yapı inşa etmek amaçlanmamıştır. Gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde, Kürt kökenli vatandaşlarımıza devletçe sistematik asimilasyon politikası uygulanmamıştır.”
10. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. “Aynı ülkü etrafında toplanmış ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkının, siyasal ve sosyolojik bir olgu etrafında kendi rızası ile birleşmesiyle bir milletin oluşacağı ve bu millete ise Türk milleti denileceği” Atatürk’ün Türk milleti tanımında açıkça yer almaktadır. “Türk milleti tanımlamasındaki Türk sözcüğü bir sıfat olarak değil, değişik unsurların hepsine verilen ortak bir isim olarak kullanılmıştır.”
11. Kültürel kimlikler ikincil kimliklerdir, kültürel zenginlik unsurudur, fakat “yasal ve anayasal çerçevede tanınması ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde mümkün değildir.”
12. Türk Silahlı Kuvvetleri; Cumhuriyet’in temel niteliklerinden birini oluşturan demokrasi rejimine bağlıdır ve saygılıdır.
13. Dinin toplumsal bir bağ oluşturma, ortak bir duyarlılık yaratma bakımından önemi büyüktür. Fakat dinin toplumsal davranışı, sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülmesi kabul edilemez. Askerlik, moral değerlere önem veren mesleklerin başında gelmektedir. Ordunun halkımızın değerlerine saygı duymaması düşünülemez. Türk Silahlı Kuvvetleri binlerce evladını vatan savunmasında “şehit” vermiş bir ordudur. Halkımızın arasında ordunun en yaygın adlarından biri “Peygamber Ocağı”dır. Silahlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır.
14. Bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve güçlü bir konuma geldiklerine inanmaktadırlar. Bunlar hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.
15. Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Laik ve demokratik devlet nitelikleri birbirini tamamlamaktadır. Bu iki nitelik Türkiye’yi dünyada farklı ve güçlü konuma getiren, Türkiye’ye özgün bir karakter kazandıran niteliklerdir.
Kravatsız Kabadayılık Tarihe mi Karışıyor?
Genelkurmay Başkanı’nın sözleri çeşitli yönlerden eleştirilebilir. Yeni söylemin ideolojik bir yenilenmeden çok stratejik bir “ayak değiştirme” olduğu bile ileri sürülebilir. Benim üzerinde durduğum ve önemsediğim husus, askerin (bildiğim kadarıyla, son 150 yılda) ilk defa bilimsel bir dille konuşmaya çalışmasıdır. Bilim dili, insanları ikna etme niyet ve ihtiyacından doğar. Böyle bir niyet yoksa veya belinizdeki silahı ikna için kâfi görüyorsanız, emir kipiyle konuşursunuz. İttihatçılar gibi, 50-öncesi “Halkçılar” gibi, günümüzdeki asker/sivil “Ergenekoncular” gibi…
Kemal Tahir, kırk yıl önce yayımlanan Kurt Kanunu romanında bu kravatsız kabadayıların açmazını resmetmişti. “İzmir Suikasti” sonrasında kapana kıstırılan iaşe nazırı Kara Kemal, İttihatçılardan yana şöyle dert yanıyordu: “Başından beri tek çeşit adama güvendik biz. Kabadayı adama… Asker sivil, cahil okumuş, bütün bizimkiler az çok kabadayılardan seçilmiştir. Belki de, Makedonya çete boğuşmaları yaptı bunu… Kabadayılarımızın silahşörlükte kalanlarını gördük, görüyoruz. Vaktiyle kabadayıca ölüp gidenler olmuşsa, sırtını iktidara dayadığını bildiğinden bunu becermiştir.”
Usta romancıya göre, kabadayılıktan kravatlılığa geçmedikçe milletleşemeyiz. Nitekim söz konusu olayda bile “Her zaman olduğu gibi, gene gıravatlılar dayanmış, elinden silahı, dilinden adam vurmayı düşürmeyen kabadayılar hiç utanmadan köpeklenmişti.” Tutulacak iki yol vardı: “Doğrusu: Köklü reformlarla halka gitmek…” Halka nasıl gidilecekti? Halka gitmek ne demekti? İşte net cevap:
“Halkın içinde çalışmak, halktan çıkacak yeni idareci kadrolarla halka dayanmak… Bunu göze alamazsan, kendini buna hazır göremezsen… Nitekim 1908’de biz göremedikti, o zaman kalıyor, eskisiyle idareye çabalamak… Eskisiyle idareye çabalayım dedin mi, haksızlığı, kanunsuzluğu, hırsızlığı, devlet, hükümet nüfuzunu kötüye kullanmayı katiyen önleyemezsin. Yıpranırsın. Muhalifler ne kadar kaltaban olsa, bakarsın ki, adım adım iktidara yaklaşıyorlar. O zaman bir bahane uydurup baskıya girişirsin…”
Türkiye, “halktan çıkacak yeni idareci kadrolarla halka dayanmak” için neredeyse yüz yıl bekledi. Askerler de, artık küreselleşen bir dünya sistemi içinde, “devlet için iyi olan, millet için iyidir” anlayışından, “millet için iyi olan, devlet için de iyidir” anlayışına geçtiler. Daha doğrusu, geçmeye çalışıyorlar. Elbette sancılı bir süreç olacaktır bu. Sayın Başbuğ’un konuşmasında geçen “Sivil otorite, askere ‘kendisini organize etme ve görevlerini yürütme açısından önemli boyutta otonomi’ sağlamalıdır” ifadesi, basit bir talep gibi gözükmüyor.
Türk Olmak, Müslüman Olmaktır!
Genelkurmay Başkanı’nın en fazla yorumlanan veya tartışılan iki ifadesi, hiç şüphesiz, Atatürk’ten hareketle söylediği “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” cümlesi ile “Dinin toplumsal bir bağ oluşturma, ortak bir duyarlılık yaratma bakımından önemi büyüktür. Fakat dinin toplumsal davranışı, sosyal düzeni belirleyen bir sistematik olarak düşünülmesi kabul edilemez” cümleleriydi. İlkinde kültürel kimliklerin kabul edilebileceği, fakat bunun Anayasa destekli siyasal kimliğe dönüştürülemeyeceği; ikincisinde ise dindarlığın olağan bir durum olduğu, fakat gene dinin siyasal kimliği belirlemede bir rol oynayamayacağı dile getiriliyordu. Şayet bilimselliğimizi devam ettireceksek, her iki sorunun da bu kadar kolay çözüme kavuşturulamayacağı ortadadır.
Birkaç yıl önce, Türk siyasi düşüncesinin zirve isimlerinden Prof. Kemal Karpat ile söyleşiyorduk. Dobruca’da doğup büyüyen, sonra üniversite tahsilini Türkiye’de yapıp ABD’ye giden ve orada zanaatının büyük isimleri arasına giren tarihçi-sosyal bilimcinin, “Niçin hocalığınızı Türkiye’de değil de ABD’de sürdürdünüz?” sorusuna cevabı sarsıcıydı: “Dobruca’da, bütün Rumeli’de, Türk ile Müslüman aynı şeydi. Karşımızda ise, kendini modern, medeni filan diye tanımlayan ‘Avrupalı’ vardı. Biz bu bilinçle büyüdük. Türkiye’ye gelince, Türk ile Müslüman’ın ayrı anlamlarda kullanıldığını gördük. Neticede, Türk kalabilmek için Amerika’ya gittim. Orada rahatça Türkleştim!”
Türk olmak, niçin ve nasıl Müslüman olmakla özdeş olabilir? Bugünün gençleri için anlaşılması biraz zor gibi gözüken bu mesele, Bu Ülke’de yüz yıl öncesine kadar yaşayan insanlar için ekmek kadar, su kadar tabiiydi. Yirminci yüzyıl başlarında, Said Halim Paşa şöyle yazıyordu: “Her milletin kanun ve an’aneleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir manevi vatandır. Çünkü insan topluluklarını millet haline getiren onlardır. Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen millet, toprağını değil, kanun ve an’anelerini kaybettiği için bağımsızlığından olur. Üzerinde yaşadığı toprağı çoğu zaman terke mecbur olmadığı ve belki de ondan daha da fazla istifade ettiği halde esirdir, çünkü milli değerlerini kaybetmiştir.”
Millet, milliyet, milli değerler… bugün yeni baştan tanımlanması gereken kavramlardır. Ulus, sınırları belli bir toprak (vatan) içinde yaşayan insanlardır. Oysa milletin yurdu sadece vatan değil, tarihtir. Kerkük’ü Diyarbakır’dan, Bahçesaray’ı Erzurum’dan, Saraybosna’yı Edirne’den ayrı tahayyül eden; uzun vadede ne Diyarbakır’ı elde tutabilir, ne de Erzurum ve Edirne’yi.
Bilimsel gerçek şudur: Modern Türk devleti, milletin tarihle bağını kesti. Daha doğrusu, hâkim Avrupa devletlerine, milletin yurdunun tarih değil vatan (sınırlarını Efendilerin kabul ettiği bir toprak parçası) olduğu taahhüdünde bulundu. Bugünse, günün “Avrupa”sı karşısında vatanı elde tutmaya çabalıyor. Çünkü sınırlar yeni baştan çizilmek isteniyor ve “devlet” ipin ucunu kaçırmış olduğunu hissediyor. İçerideki yegâne dayanağı olan milleti çok yakın zamanda bile “iç düşman” ilan edecek kadar kafa karışıklığı yaşamış, Millet ise böyle bir devlete karşı, Avrupalı Efendilere sığınmanın çare olabileceği vehmine kapılmıştı. Hülasa, Millet ile Devlet bugün yeni bir misak çerçevesinde buluşturulamazsa, ikisinin de geleceği karanlıktır.
Buluşmayı engelleyen gerçek saik ne? Kemal Tahir’in cevabı: Batılılar, idareci kadrolarımızın her basamağıyla ilişki içinde. “Yeni halk kadrolarına gitmek demek bunlarla açıkça boğuşmaya girmek demektir. Batılılaşma tarihimizde hiçbir idare, hiçbir devlet adamı şimdiye kadar göze alamadı bunu.” Şimdi göze alıyor muyuz? Asıl mesele budur!
Paylaş
Tavsiye Et