GEÇTİĞİMİZ günlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kapsamlı çözüm yönünde olumlu adımların atılabileceği bir “fırsat penceresi”nin oluştuğuna dair açıklamalarının ardından, Kürt meselesinde çözüm umutları bir kez daha yeşerdi. Önceki dönemlerde defalarca “yalancı bahar” şahidi olan ve artık terör tehdidinin ötesinde genel bir siyaset ve kimlik sorunu olarak kabul edilen Kürt meselesi, demokratik konsolidasyonunu gerçekleştirip küresel rüzgarlara yelken açmaya hazırlanan Türkiye için Ermeni meselesi ve laiklik tartışmalarıyla birlikte rejimin varlığını tehdit ettiği iddia edilen en hassas üç konudan biri. Peki, Türkiye gibi Osmanlı mirasının ağırlığını omuzlarında taşıyan ve bölgesel ve küresel konularda başat aktör olma iddiasındaki koca bir memleketin, son çeyrek asrını alıp götüren ve iç barış süreçlerini dinamitleyen bu sorunda gerçekten kalıcı bir çözüme yaklaşıyor olabilir miyiz? Uluslararası güç dengelerini ve perde arkasında gerçekleşen potansiyel siyasi/diplomatik mutabakatları bilmeden terörle mücadele sürecinin geleceği konusunda net yorumlar yapmak mümkün değil. Ancak ağırlıklı olarak normalleşme ve insan hakları standartlarının yükseltilmesi bağlamında tartışılan Kürt meselesine ilişkin ekonomi politik ve sosyo-ekonomik kalkınma perspektiflerinden yapılacak analizlerin, kapsamlı ve kalıcı çözüm önerilerinin temel bir unsuru olarak taşıdıkları önem inkar edilemez.
Son dönemde dış politika alanında komşularla sıfır problem politikası, ritmik ve çok boyutlu diplomasi yaklaşımı, küresel platformlarda sorumluluk alma ve küresel çatışma çözümlerine katkı sağlama prensipleri üzerinden uluslararası arenada yüksek bir profili amaçlayan Türkiye’nin ideallerini hayata geçirebilmesi için, başta Kürt meselesi olmak üzere iç sahadaki kilit problem alanlarında kalıcı ve kapsamlı çözümler üretmesi gereği gün gibi ortada. Diğer taraftan milli gelir açısından dünyanın on yedinci büyük ekonomisi olmakla övünen yetmiş küsur milyonluk bir ülkenin belli coğrafi kesimlerinin (sanayi ve teknoloji bir tarafa) fizikî altyapı, eğitim, sağlık, adalet ve şehirleşme gibi temel konularda içimizdeki bir “üçüncü dünya” konumuna hapsedilmiş olması da gerçekten kabul edilebilir gibi değil. Siyasi ve popüler jargonda revaç bulan “Edirne’den Kars’a üniter yapı” söylemi de, ekonomik entegrasyon kanalları, ulaşım-iletişim-bilişim fırsatları ve gelir dağılımı ile fırsat eşitliğinde en azından Türkiye standartlarında bir yakınlaşma ile altı doldurulmadığı müddetçe boş hamaset olmanın dışında hiçbir anlam ifade etmiyor.
Son yirmi beş yıldır terör çıkmazında kıvranan yörelerin pek çoğunun ulusal çaptaki ulaşım, ticaret, finans ve hatta iletişim ağlarından görece izole durumda bulunmaları; devlet otoritesinin sadece güvenlik unsurları üzerinden sathi bir görünürlük arz etmesi; sosyo-ekonomik kalkınma süreçlerinin güçlendireceği bir toplumsal bütünleşme ve devlet-millet yakınlaşmasının eksikliği gibi realiteler, Türkiye’nin eksik ulus-devlet inşa sürecini uzatmasının yanı sıra bölgesel eşitsizlikler ile önyargıları katılaştıran bir katalizör işlevi gördü. Son dönemde AK Parti iktidarının duble yollar, TOKİ projeleri, eğitim-sağlık tesisleri gibi altyapı yatırımları ile tarımsal kalkınma girişimleri üzerinden başlattığı kısmi restorasyon hareketi ise takdiri hak etmekle birlikte, bölük pörçük proje demetlerine dayalı bu insiyatifin özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da on yılların ihmalinin izlerini silecek finansal yeterliliğe ve stratejik vizyona sahip olduğunu iddia edebilmek çok güç.
Gelinen kritik konjonktürde Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca bir türlü gerçekleştiremediği “stratejik kalkınma” idealini kısmen de olsa hayata geçirip bölgedeki kültürel ve özgürlük genişletici adımları mutlak surette bir insani ve sosyo-ekonomik kalkınma seferberliği ile tamamlaması şart. Güvenlik önlemlerine milyar dolarlık bütçelerin ayrıldığı bir ortamdan görece barışı sağlayacak siyasi-diplomatik adımlara koşut olarak kaynakların tedricen sivil kalkınma projelerine kaydırıldığı bir atmosfere geçiş, başta yerli ve yabancı yatırımcılar için girilmez “no-go” alanları haline gelen ve Türkiye’nin küresel iddialarına yakışmaz biçimde dünyanın geri kalmış bölgelerinin sosyo-ekonomik özelliklerini yansıtan yörelerin hızla rehabilite edilmesini gerektiriyor. Bu amaca yönelik olarak piyasa takıntıları ve ideolojik neoliberal önyargılar bir tarafa bırakılarak gerektiğinde stratejik kamu yatırımları, kamu-özel sektör ortaklıkları, kooperatifler, bölgesel kalkınma ajanslarının faaliyetleri, tarıma dayalı ve temel sanayi kollarında emek-yoğun endüstriyel planlama girişimlerinin koordineli bir eğitim/insan kaynakları politikası eşliğinde hayata geçirilmesi kaçınılmaz. Yoksa sayıları binlere ulaşan güvenlik güçlerine eşlik eden kamu binaları ve “memur” nüfusun yerel sosyal dokudan izole biçimde kışlalar ve lojmanlarda yaşadıkları, şehir altyapısından ve sosyo-ekonomik entegrasyon dinamiklerinden yoksun bir dizi yerleşim birimine “il” tabelası asıp “güvenlikleştirme-terör-güvenlikleştirme” fasit dairesine takılıp kalınarak olumlu bir hedefe varılamaz.
Aşırı fakirliğin şiddet, terör ve toplumsal huzuru bozan manipülasyonlara davetiye çıkaran niteliği, hiç şüphe yok ki ortalama geliri ve sosyal standartları son yıllarda artan Türkiye’nin bu yolculuğundan dışlandığı hissine kapılan yörelerde, devlet ve kurulu düzen karşıtı tepkileri besleyip resmî ideolojik yaklaşımları yayma girişimlerinin geri tepmesine zemin hazırlıyor. Ayrıca Türkiye’nin 2002’den itibaren küresel büyüme rüzgarının da etkisiyle gerçekleştirdiği olumlu ekonomik performansa rağmen kişi başına düşen doktor ve eczacı sayısı, bebek ölüm oranları, okur-yazarlık ve üniversite mezuniyet oranları, sanayide çalışan nüfus, kişi başına düşen motorlu araç sayısı, toplam banka kredileri ve mevduatı gibi göstergeler açısından Kürt kökenli nüfusun ağırlıklı olarak yaşadığı yörelere ait veriler Türkiye ortalamasının halen çok altında seyrediyor. Örneğin Gaziantep istisnası dışında bölgenin tüm illeri gerek Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) insani gelişme endeksi gerekse Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’nın geniş kapsamlı bileşik sosyo-ekonomik kalkınma göstergelerine göre Türkiye’nin en geri kalmış illeri arasında değerlendirilirken, Şırnak dünyanın en geri kalmış yöreleri arasına Türkiye’den giren tek il olma özelliğini taşıyor. Hal böyle iken, “Türkiye’nin geri kalmış başka bölgeleri de var” diyerek işin içinden çıkma kolaycılığının Kürt meselesinde kapsamlı bir çözüm ufkunun esaslı bir parçası olacak sosyo-ekonomik kalkınma önceliğini ortadan kaldıracak geçerliliğe sahip olmadığı da ortada.
Ezcümle Türkiye’nin bir taraftan bölgesel ve küresel konularda “oyun kurucu” aktör konumunu güçlendirirken diğer taraftan kendi iç toplumsal bütünlüğünü ve demokratik konsolidasyonunu tehdit edebilecek Kürt meselesi gibi sorunları acilen çözüme kavuşturması gerekiyor. Bunun en temel önşartları ise klasik ulusal güvenlik söylemi ve vatandaşlık tanımının insan hak ve özgürlüklerini genişleten bir biçimde yeniden tanımlanması ve gelir dağılımındaki bariz bölgesel eşitsizliklerin kapsamlı bir bölgesel kalkınma stratejisi bağlamında kabul edilebilir bir düzeye indirilmesidir. Gerek sosyal barış ve demokratik olgunlaşma gerekse tatmin edici sosyo-ekonomik kalkınma için devlet-özel sektör-sivil toplum bütünleşmesi ve sinerjisi gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et