Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2009) > Dünya Siyaset > Irving Kristol öldü, neo-muhafazakârlık yaşıyor
Dünya Siyaset
Irving Kristol öldü, neo-muhafazakârlık yaşıyor
Ebru Afat
AMERİKAN siyasetinin kendine özgü özellikleri, onu Kıta Avrupası ile Anglo-Sakson akrabası İngiltere’nin siyasetinden farklılaştırır. Bu farklılaşma en çarpıcı biçimde, Kıta Avrupası’nda Rönesans ve Reform ile başlayıp 1789 Fransız İhtilali sonrasında patlayan, Britanya Adaları’nda ise 18. yüzyıldaki İskoç Aydınlanması ile ateşlenen entelektüel canlanma ortamında şekillenen siyasal yaklaşım ve hareketlerde görülebilir. Kısaca Liberalizm, Muhafazakârlık ve Sosyalizm denilen üç ana ideoloji etrafında odaklanan Avrupa tarzı siyaset, 19. yüzyılda milliyetçilik akımı ve buna bağlı olarak ulus-devlet formunun uluslararası sistemde hâkim bir yaklaşım ve devlet biçimi haline gelmesiyle birlikte, tüm dünyada siyaset yapımının teorik ve pratik çerçevesini çizer hale gelir.
Liberalizm ve muhafazakârlığın ABD’deki yansımaları, kendine özgü bir yapı arz eder. Amerikan siyasetinde Avrupa’daki anlamıyla bir sol parti hiçbir zaman varlık gösteremediği gibi, ülkedeki temsili demokrasi sistemi, başkan adaylarının belirlenmesinden Kongre üyelerinin yani Temsilciler Meclisi ve Senato’dan oluşan iki kanatlı parlamentonun üyelerinin seçilmesine kadar iki parti arasında cereyan eder. ABD’deki ülke yönetimi, Amerikan liberalizminin temsilcisi Demokrat Parti ile yine Amerikan muhafazakârlığının temsilcisi Cumhuriyetçi Parti arasında gidip gelen bir maç görünümündedir. Özgürlükçülüğü, insan haklarını ve demokratik değerleri önceleyen Demokrat Parti, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan Soğuk Savaş şartlarında sol akımları da kendine mündemiç kıldı ve Amerikan liberalizmi, Avrupa liberalizminden farklı olarak refah devleti, ekonomiye müdahale gibi sol politikaların savunuculuğunu üstlendi. Amerikan muhafazakârlığı ise 1980’de Cumhuriyetçi Ronald Reagan’ın iktidara gelmesiyle birlikte ciddi bir dönüşüme uğradı.
Geleneksel Amerikan muhafazakârlığı, ABD’nin kurucu unsuru olan WASP (beyaz, Anglo-Sakson, Protestan) kimliğini öne çıkarırken, ekonomik istikrar ile aile değerlerinin korunmasını temel alır. Reagan döneminde bu nitelikler sürdürülse de, piyasalardaki denetim ve kısıtlamaları minimum düzeye indiren, arz yanlısı neo-liberal ekonomi anlayışıbenimsendi. Böylece klasik anti-entelektüel, tepkici ve içe kapalı yapıdan uzaklaşılarak daha modern, dışa açık ve entelektüellerin yönlendirmelerini dikkate alan bir muhafazakârlık ortaya çıkdı. Amerikan muhafazakârlığının geçirdiği bu evrimde neo-muhafazakârlık (neo-conservatism) olarak adlandırılan siyasi ve entelektüel hareket ile bu hareketin babası olarak bilinen Irving Kristol başroldeydi.
Kendi ifadesiyle, “gerçeklerin hücumuna uğrayan” aralarında eski Troçkistlerin de yer aldığı bir grup asi eski liberale öncülük ederek neo-muhafazakârlığı kuran yazar, editör ve akademisyen Irving Kristol, 18 Eylül günü 89 yaşında hayata veda etti. Bu ölüm dolayısıyla biz de 70’lerde marjinal bir akım olarak başlayıp özellikle 80’lerden itibaren ABD’nin iç ve dış politikasını yoğun biçimde etkileyen neo-muhafazakârlığın mimarı Kristol’ın hayatına yakından bakalım istedik.
 
Irving Kristol ve Neo-muhafazakâr İnanç
Doğu Avrupa’dan göç etmiş düşük gelirli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak 1920’de New York’ta dünyaya gelen Irving Kristol, yüksek öğrenimini New York’taki City Collage’da tamamladı. Burada, Rusya’daki 1917 Komünist Devrimi’nin öncüleri arasında yer alan ama sonraları Joseph Stalin ile görüş ayrılığına düşen Leon Troçki’nin takipçileri arasına girdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında orduya katılan ve burada daha çok ABD’nin orta batısından gelen Amerikalılar ile birlikte savaşan Kristol, gördükleri karşısında bu insanlarla ülkeye sosyalizmi asla getiremeyeceği kanaatine vardı ve sosyalizmden uzaklaştı. 1947’de, liberal ve anti-komünist bir çizgi izleyen fikir dergisi Commentary’nin editör kadrosuna katıldı. 1953’te şair Stephen Spender ile birlikte Encounter dergisini çıkarmak için İngiltere’ye gitti. Encounter kısa sürede büyük etki yaratırken, derginin CIA tarafından finanse edildiği iddiaları gündemden düşmedi.
1958’de New York’a geri döndükten sonra Basic Books yayınevine giren ve burada üst düzey yöneticiliğe kadar yükselen Kristol, 1965’te zengin bir ahbabından aldığı 10.000 dolarlık bağışı kullanarak Daniel Bell ile birlikte Public Interest dergisini kurdu. Public Interest çatısı altında Irving Kristol, Daniel Bell, Nathan Glazer, Edward Banfield, Daniel Patrick Moynihan, James Q. Wilson, Seymour Martin Lipset ve diğerleri, Demokrat Parti’nin refah devleti, beyaz olmayanlara pozitif ayrımcılık, yüksek vergi vb. politikalarını sorgulamaya giriştiler. Aynı isimler Amerikan toplumunu alt-üst etmek, ahlaki görecelilik ve nihilizm ile suçladıkları dönemin “karşı kültür” hareketine de cephe aldılar. Michael Harrington’ın Dissent dergisinin 1973-Sonbahar sayısında yayınlanan makalesinde, Public Interest ekibi ile başta Norman Podhoretz olmak üzere Commentary’de yazan bazı isimleri, liberalizm ile bağları kalmadığını anlatmak için “neo-con” olarak nitelendirmesiyle birlikte, Kristol’ın ifadesiyle bir hareketten çok inanç ya da tutum olan neo-muhafazakârlık resmî çerçevesini kazandı.
Aynı dönemde New York Üniversitesi’nde ders vermeye ve Wall Street Journal gazetesinde yazmaya başlayan Kristol ile Public Interest’teki arkadaşlarının büyük çoğunluğu, 1972’de Cumhuriyetçi Richard Nixon’ın ikince kez başkan seçilmesiyle birlikte Cumhuriyetçi Parti saflarına geçtiler. Yine de 30’lu ve 40’lı yılların etkili filozofları Lionel Trilling ve Leo Strauss’dan çok etkilendiğini ve hayatı boyunca olduğu şeylerin hep “neo”su yani yenisi olduğunu söyleyen Kristol, liberal ve hatta radikal kökenleri nedeniyle klasik bir Cumhuriyetçi olmadığını da hiçbir zaman unutmadı. 1985’te dış politikaya yönelik National Affairs dergisini yayın hayatına sokanKristol’dan ilham alan, aralarında Weekly Standard dergisinin kurucusu ve yazarı olan oğlu William Kristol’ın da bulunduğu ikinci kuşak “neo-con”lar ise 1990 sonrasında dış politikaya ciddi ölçüde yoğunlaştılar.
New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne 11 Eylül 2001’de düzenlenen saldırıların ardından dönemin ABD Başkanı George W. Bush “terörle savaş” başlatırken, Dick Cheney, Richard Perle, Paul Wolfowitz, Douglas Feith ve Elliot Abrams gibi “neo-con” siyasetçi entelektüeller, Bush yönetiminin kilit noktalarında yer aldılar. Afganistan ve Irak’a savaş açılmasından terör zanlıları için Guantanamo Üssü’nün esir kampına dönüştürülüp CIA’in gizli işkence üsleri kurması gibi tartışmalı kararlar hep onların eseriydi.
Demokrat Bill Clinton başkanlığındaki 90’ların ardından ABD, “neo-con”ların sahne aldığı bir sertlik dönemi yaşadı. Aynı ABD’nin şimdilerde yine bir Demokrat olan Barack Obama liderliğinde ılımlı bir tavır takınacağı beklense de, Obama’nın kadife eldivenli siyah yumruğu altında dünya, “neo-con”ların beklenmedik dönüşüne de sahne olabilir. Obama yönetiminin İran’ın nükleer faaliyetlerine karşı sergileyeceği tutum, neo-muhafazakârlığın Amerikan siyaseti üzerindeki etkinliğini ortaya serecek bir turnusol kâğıdı işlevi görecektir.

Paylaş Tavsiye Et