SİNEMANIN kurmaca alanının daha zorlu bir çalışma bütünü olduğu düşüncesinden hareketle, Filistin’le ilgili filmlerde belgeseller kadar, kimi zaman belgesellerden daha fazla, önemsediğimiz—çünkü burada bir yorumun inşası söz konusudur—kurmaca filmlere baktığımızda, tahmin edileceği üzere oldukça az sayıda eserle karşılaşıyoruz. Filistin gibi kanaması durmayan bir yaraya ilişkin yapılan filmlerde, hakkaniyetin gözetilmesi gerektiğinden hareket ettiğimizde, kurmaca filmlerden ilk sözünü edeceğimiz Filistinli Hıristiyan bir Arap olan Mişel Halefi’nin Celile’de Düğün’ü olacaktır. (Bizim oryantalistik entelektüelce algılayışlarımız yüzünden film sinema literatürümüze Galile’de Düğün olarak geçmiştir). 1987 yapımı olan film, İsrail işgali altındaki bir köyde yapılacak bir düğün etrafında gelişir. Daha önce düzenlenen gösteriler sebebiyle bölgede sıkıyönetim ilan edilmiş, düğün için izin ancak İsrailli askerî valinin de düğüne katılması şartıyla alınabilmiştir. Film, suni bir barış ortamında, çelişkilerin üzerine birebir gitmeyerek, simgesel bir anlatımla işgal altındaki hayata ezgin bir ruh haliyle yaklaşır. Benzer yaklaşımı, daha sonra Kutsal Direniş filmiyle daha iyi tanıyacağımız Elia Süleyman’ın Bir Kayboluşun Güncesi (1996) filminde de görürüz. Simgeselliği uç noktalara götüren Filistin doğumlu Süleyman, filminde sürgünden Filistin’e (şimdiki İsrail’e) dönen bir yönetmenin ailesi ve tanıdıklarıyla yeniden buluşmasını işler. Karakterler bir barış ortamındadır; ancak bu dayatılmış barış ve bastırılmış aidiyet duygusu altındaki insanlar varoluşlarını, yedirilmiş bir yabancılaşma ile görünmeyen şiddetin dinginleştirdiği gündelik hayatta konuşlandırmak durumundadırlar.
Halefi’nin Üç Elmasın Masalı isimli filmi de aynı patikada yol alır. 1995 yapımı film kendine mekan olarak Gazze Şeridi’ndeki bir mülteci kampını seçer. Mülteci kampında yaşayan çocukların dünyasına giren film, modern bir halk masalı atmosferinde ölüm üzerine sürülen bir izle hayatın anlamına dair bir sırrın keşfine çıkar. Elia Süleyman’ın Cannes Film Festivali ‘Jüri Büyük’ ve FIPRESCI (Sinema Yazarları) ödüllerini kazanan 2001 yapımı “Kutsal Direniş”i (veya tam tercümesiyle İlahi Müdahale’si) ise bir kara mizah havasında, absürdlükle gerçekliği harmanlayarak, bir aşk hikayesi çevresinde hürriyet ve hürriyetsizlik arasındaki çizgide yaşayan insanların hayatlarını alttan alta giden bir gerilim hattı ile birlikte resmeder. Filistinli yönetmen Hani Ebu-Esad’ın geçen yıl çektiği Rana’nın Düğünü (veya Kudüs, Bir Gün Daha), Kudüs’lü bir genç kızın evlilik yolundaki arayışını perdeye getirir. 2002 Montpellier Akdeniz Film Festivali ‘Altın Antigone’ ödülü sahibi film, babasının, ya önceden belirlenmiş biriyle evlenmesi veya kendisiyle beraber Mısır’a gitmesi yönündeki talebi karşısında, genç kızın yasak bir aşka yönelmesini anlatır.
Filistin ile ilgili son yıllarda yapılan dikkat çekici belgesellere bir göz attığımızda, nitelikli bir şekilde kotarılmış yapımlarla karşılaşırız. Filistinli kadın belgeselci Mai Masri’nin 1998’de yaptığı Şatilla’nın Çocukları, başlığından da tahmin edileceği üzere, 1982’deki katliamdan sonra doğan çocukların hayatlarını perdeye aktarır. Büyüklerin dünyasında görece kendi olabilen ümitlerinin dünyasını kuran çocuklar, harap bir kampın olabilecek en büyük sefaleti içinde hayatlarını idame ettirmeye çalışırlar. Aynı belgeselcinin 2001’de çektiği Düş ve Korkunun Sınırları, bu kez iki ayrı mülteci kampında (Şatilla ile Beytüllahim’deki el-Dayşa), iki ayrı tecrit bölgesinde (Lübnan ve İsrail baskısı) yetişmiş iki kızın ve diğer çocukların birbirleriyle mektuplaşarak tanışmaları ve daha sonra onların ve başka yetişkinlerin özel bir izinle sınırda (tel örgülerin arkasından) birbirleriyle karşılaşmalarını işler. Gerçeğin fantastik bir boyuta taşınmasıyla, aslına bakılacak olursa, olanların son derece absürd ve yapay bir kangren olduğu gözlemlenebilmekte, ancak ‘düzeltme’ için yapılabilecekler de aynı fantezi havası içinde bir türlü hayata geçirilememektedir.
Bir başka Filistinli kadın belgeselci Geda Teravi’nin çalışması olan Yaşam Mücadelesi (2001) de çocukların hayatına eğilir; ancak bu kez İntifada hareketi içinde Yahudi askerlere taşlarla karşı koyan çocukların iç dünyasına bakar. Özlemleri ile varolan gerçeklik arasında, bir yandan bir hayat inşa etmek, diğer yandan şehit olmayı göze almak gibi dünyanın en büyük diyalektik duruşuyla yaşamaya çalışan bu küçük insanların dünyasını deşer. K Bölgesi, yönetmenler Nadav Harel ve Ramon Bloomberg’in 2001’de gerçekleştirdikleri ve Gazze Şeridi’nde yaşayan ancak İsrail’in ablukası altında balıkçılık yapmaya çabalayan balıkçıların konumunu işleyen bir belgesel. Yapımcısı Arap, yönetmenleri savaş karşıtı Yahudi olan bu belgesel, Filistinli balıkçıların haklarının çiğnenmemesini savunan Yahudi balıkçıların görüşlerini de aktarır. Yine Gazze’yle ilgili diğer bir belgesel de, Amerikalı James Longley’in çektiği Gazze Şeridi’dir. 2002 yapımı çalışma, diğer filmler gibi Filistinli çocukların dünyasına girerek, sinema-gerçek tavrıyla anlatımsız bir görsellik sunar. Amerika’nın ticari sinema ortamında Filistin mücadelesine ait teferruatlı malzeme bulmakta zorlandığını belirten yönetmen, zihnindeki belgesel sinema anlayışının anlatmaktan çok göstermek olduğunu, insancıllığın böyle yakalanabileceğini ileri sürer.
Filistin hakkında tarihi görüntülere dayalı geniş kapsamlı belgesellerin bir diğeri, Matthew Hall’un 1999’da tamamladığı Kaderini Arayan Orta Doğu’dur. Bu belgesel, geçen yüzyılın başlarından İsrail’in kurulduğu 1948’e ve sonrasına kadar, elde bulunan belgesel görüntülerin optimum kullanımıyla, İngilizlerin iki topluluk arasında nasıl bir siyaset yürüttüğünü, Yahudilerin hakkaniyet dışı tavırlarla bölgeye nasıl cebren yerleştiğini ve bunu dünya siyasetine kabul ettirdiğini güçlü bir söylemle anlatır.
İsrail sineması içinde savaş karşıtı önemli bir tavır olduğunu ancak bunlardan pek haberdar olmadığımızı belirttikten sonra, İsrail’in kuruluşuna giden ve bunu meşru kılan Holocaust, Shoah, Exodus, Damdaki Kemancı, Mr. Klein, Schindler’in Listesi, Hayat Güzeldir, Jerusalem, Kedma gibi dünya sinemasında hatırı sayılır sayıda filmin çekildiğini ortaya koyalım. Filistin toprağının ve insanının konumu ile dönüşümünü belki de en iyi yansıtan film, 1995 İran-Suriye ortakyapımı Filistin’e Veda’dır. İranlı yönetmen (ayrıca İran sinema düşüncesinde de önemli bir isim olan) Seyfullah Dad’ın yaptığı film, sinema fenomenolojisi ve göstergebilimi açısından bir kültür arkeolojisi gerçekleştirir. Filmin ihtiva ettiği bu imgesel değerler bakımından ve tarihi ve siyasi bir olaya değinirken bunun nasıl kültürel olgular cinsinden işlenmesi gerektiği anlamında sağlam bir örnek olduğu gerekçesiyle, daha önce yaptığım bir çalışmaya dayanarak, filmin anlatımsal özellikleri üzerinde durmak istiyorum. Filmin belki de en güçlü yanı, geniş seyirci kitlelerine hitap edebilecek duygusal ve gerçekçi bir platform yakalamasının yanı sıra, kalıcı imgesel değerleri ve bir insanlık durumunun iç dinamiklerini manipülatif olmadan verebilen entellektüel kurgusudur. Klasik anlatım sineması tarzında kotarılmış olan film, yer yer belgesel mesabesindeki çekimler, üst okumalar ve belli gerilim merkezleriyle adeta epizodik bir yapı çizer. Filmin daha başında tanık olduğumuz terör eylemi, bugün dünyada hakim olan görsel ve yazılı medyanın sunumunun tersine Yahudiler tarafından gerçekleştirilir. O an için cari olan yerleşmiş/oturmuş kültür, Müslüman Filistin kültürüdür; buna karşı girişilen tedhiş eylemleri ise Yahudiler tarafından ortaya konur. Böylece bundan sonra meydana gelecek acı ve katliam dolu zamanların da ipuçları verilir. Eylemi gerçekleştiren Şimon, olayların merkezindeki Doktor Said’i kaçırtıp, yaptıkları eylemi ve Deir Yasin katliamını Tevrat’tan okuduğu bölümle temellendirmeye çalışacaktır. İngilizler çekilirken buna sevinen bir Filistinliyi diğer bir Filistinli, bunun hiç de sevinilecek bir şey olmadığı, Yahudilerin bundan aylar öncesinden haberdar olup hazırlık yaptıklarını belirtir. Bu arada, göçmenler kafilelerle Filistin’e ayak basmaktadır. İngilizlerin çekilmesinin hemen sonrasında silahlı ve üniformalı Yahudi milisler—Haganah çeteleri—cemseler ve zırhlı araçlarla Hayfa’yı işgale başlarlar. Kollarındaki Siyon yıldızlı pazubentlerle adeta SS komandoları gibidirler. Bu sahneler, Said’in kaçırıldığında Şimon’a sarf ettiği ve Hitler’den tek öğrendiklerinin katliam yapmaları olduğu yönündeki sözleriyle birebir örtüşür. Birinci bölüm, Said ve eşinin bebeklerini kurtarmaya çalışırken kurşun yağmuru altında öldürülmeleri ve bebeklerinin bir başına kalmasıyla son bulur.
İkinci epizod, Polonyalı ve çocukları olmayan Yahudi bir çiftin Said’in evine yerleştirilmesiyle başlar. Bebeği yanlarına alırlar ve Ferhan olan adını Moşe olarak değiştirirler. İhtiva ettiği unsurlarla kültürel bir asimilasyon olarak da görülebilecek bu değiştirme eylemi, evin iç dekorasyonunun Yahudi sembolleriyle değiştirilmesine dek uzanmasıyla semboliktir. Duvarlardaki aile resimleri ve Arapça hatlar, kendi resimleri, İbrani tablolar ve Yahudilik remzi yedi başlı kandille yer değiştirir. Daha önce Arapça şarkıların okunduğu gramofondan meşhur hazin “Habenera” akmaya başlar. Bütün bu olup bitenler, bir toprak parçasının başka bir milletin vatanı haline dönüşmeye başladığının da habercisidir. Bir devlet, zor kullanarak kurulmuş ve ortaya çıkan her askeri çelişkide biraz daha büyüyerek bulunduğu yerde zorba bir güç haline gelmiştir. Ferhan’ın Moşe’leştirilmesinden sonra onu çocuk bakıcısı kisvesi altında kurtarmaya gelen büyükannesi Safiye, eşiyle olan bir konuşmasında, filmin kadın boyutunu da ortaya koyacak şekilde, kadınların çocuklarıyla ve evle meşgul olurken, erkeklerin ticarete ve siyasete kaçtıklarını ifade ederek, kadın-erkek ilişkilerinin farklılığını ve erkeklerin yeterince mesuliyet üstlenmediklerini yapıcı eleştirel bir üslupta ortaya koyar. Safiye filmin sonunda, Ayet-el-Kürsi’den aldığı güçle, işgale gidecek milislerle dolu bir trenin havaya uçurulmasında anahtar bir rol oynayacaktır. Bu eylemde, bugünlerde Filistin’de meydana gelen intihar eylemlerinin arketipel arka planını da bulmak mümkündür. Bu muazzam dönem filmi, çizdiği etkileyici atmosferle, siyasi-toplumsal gerçekçi ama aynı zamanda manevi varoluşsal bir kaygı da taşır.
Paylaş
Tavsiye Et