DÜNYADA 6,5 milyara yakın insan yaşıyor. Fakat bu nüfusun yaklaşık yarısı yoksul (günlük 2 doların altında gelire sahip), dörtte biri ise açlık sınırında. Oysa, Eylül ayında Meksika’nın Cancun şehrinde düzenlenen 5. Dünya Ticaret Örgütü Bakanlar Konferansı’nda dile getirildiği gibi, Avrupa Birliği ülkelerinde sübvansiyonlar aracılığıyla ineklere, sefalet sınırındaki insanlardan daha fazla para harcanıyor. Ancak sistem hâlâ çökmüş değil; DTÖ’nün de aralarında olduğu bir düzine finans kuruluşu dünya ekonomisinin rayında gitmesi için yoğun çaba sarf ediyor. Gerçi bu seferki konferans başarısızlıkla sonuçlandı; ama yoksul ülkelerden yükselen sesler şimdilik bastırılabilir düzeyde.
Zengin ülkelerin yöneticileri veya uluslararası finans kuruluşlarının idarecileri zaman zaman, Gelişmekte Olan Ülkeler’deki (GOÜ’ler) meslektaşlarına, ülkelerindeki yabancı yatırımcıların işlerini kolaylaştırmaları yolunda çağrıda bulunuyor. Dış ticaret ve yatırımın, GOÜ’lerdeki hükümetlerin politikalarına ne ölçüde yön verebildiği bugün herkesin malumu. Ülkeler, gelişmek için dış ticarette fazla vermeye ve yatırımcı çekmeye çalışıyorlar. Yatırımcıların bu kadar ürkek olması ya da ülkelerin dünya pazarlarındaki rekabet gücünün kırılganlığı, bugün politika yapıcıların elini kolunu bağlayan gerçekler. Borç verenlerin her dediğine, bu nedenle dikkat kesilmeleri gerekiyor.
Bugün dünya ekonomisini yönlendiren birçok finansal kuruluş var. Çoğunun merkezi ABD ve Avrupa ülkeleri gibi gelişmiş ülkelerde olsa da, kararları ve geliştirdikleri standartlar tüm dünya için geçerli. II. Dünya Savaşı sonrasında, küçük bir ABD şehri olan Bretton Woods’ta kurulan Uluslararası Para Fonu (İMF) ve Dünya Bankası dışında, daha 1930’da I. Dünya Savaşı’na ilişkin savaş tazminatı ödemelerini kolaylaştırmak için kurulan ve bugün merkez bankalarının merkez bankası diye bilinen Uluslararası Ödemeler Bankası (UÖB) başta olmak üzere bir düzineye yakın kuruluş, dünya ekonomisindeki temel standartları belirliyor.
İMF Kime Hizmet Ediyor?
Uluslararası Para Fonu (İMF), Dünya Bankası ile birlikte, 1944 yılında kuruldu. Kuruluş için Birleşmiş Milletler’in o tarihteki konferansının gerçekleştirildiği, ABD’nin küçük bir şehri olan Bretton Woods’un seçilmesi, yeni finansal düzenin mimarını da işaret ediyordu. Konferansa sadece 45 devlet katılmıştı; fakat amaç küreseldi. ABD başta olmak üzere, 1930’larda Büyük Buhran’dan ağzı yanan dünya devletleri yeniden küresel bir konomik kriz yaşamak istemiyordu. II. Dünya Savaşı sonrasındaki düzenin büyük aktörleri, ABD’nin kuruluşundan itibaren ev sahipliği yaptığı İMF ve Dünya Bankası aracılığıyla uluslararası finans sisteminin sağlıklı bir şekilde işlemesine çalıştılar.
İMF’nin amaçları; uluslararası parasal işbirliğini pekiştirmek, uluslararası ticaretin sorunsuz bir şekilde gelişmesine katkıda bulunmak, kurlarda (hepsi dolara bağlanmış; dolar da altına sabitlenmişti) istikrarı sağlamak ve rekabet amaçlı devalüasyonları önlemek, ticarete zarar veren “döviz kurlarına ilişkin kısıtlamaları” ortadan kaldırmak, ödemeler dengesi problemleri karşısında üye ülkeler için güvence teşkil etmek ve beliren dengesizliklerin ölçü ve süresini kısaltmak şeklinde belirlendi. Kuruluşundan bu yana amaçları değişmeyen İMF’nin politikalarında ise bazı değişiklikler oldu.
Bugün İMF’ye 184 ülke üye. Bu ülkelerin birçoğu için İMF, sıkıştıklarında başvurdukları önemli bir kapı. Dış ödemelerini karşılamakta kısa vadeli sorunlarla karşılaşan ülkelere krediler veren kuruluş, 1973 yılından beri geçerli olan esnek döviz kurları sistemi içerisinde, üyelerinin paralarının tam dönüştürülebilir olmasına çalışıyor.
Üye ülkelere, memurlarının ücretsiz eğitimi gibi teknik ve finansal destekler dışında, Dünya Bankası ile birlikte, fakirlikle mücadele konusunda da yardımcı olmaya çalışan ve uzmanları aracılığıyla 2003 yılında 136 üye ülkeyi teftiş eden Fon, özellikle son yıllarda yoğun eleştirilere de muhatap oluyor. Bunun nedeniyse şu; 1980’li ve 90’lı yıllarda İMF’nin GOÜ’lere ısrarla dayattığı bir konu olan piyasaların liberalleşmesi, yurtiçi piyasaların uluslararası mal, hizmet ve sermaye hareketlerine sınırsız bir biçimde açılması anlamına geliyor. İMF politikalarında en fazla ön plana çıkan unsur, “finansal liberalleşme”. Bu dayatma öylesi boyutlara ulaştı ki, bu konuda aşırıya gidilmiş olabileceği, son yıllarda İMF’nin kendi yetkilileri tarafından bile itiraf ediliyor.Ve bugün hemen herkesin üzerinde mutabık kaldığı düşünce, son 20 yıldır dünya ölçeğinde yaşanan krizlerin temel sebeplerinden birisinin “finansal liberalleşme” ve başıboş uluslararası sermaye hareketleri olduğu. Bu liberalleşme sonucu, ani spekülatif hareketler, aslında makroekonomik yönden herhangi bir problemi olmayan ülkelerde bile kolaylıkla büyük krizlere yol açabiliyor.
Standart Sahibi Uluslararası Ödemeler Bankası
1930’dan beri İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan merkez bankaları yöneticileri, merkez bankaları arasındaki işbirliğini o günden bugüne değin sürdürüyorlar. İMF’den önce kurulan UÖB, geçmişte krizler sırasında sıkıntıya düşen Avrupa’daki ülkelere finansman yardımında bulundu. 1931-33 finansal krizinde Avusturya ve Almanya merkez bankaları UÖB’den destek gördüler. 1964’te İtalya, 1966 ve 1968’de İngiltere; yine 1968’de Fransa, ulusal paraları ile ilgili krizlerde UÖB’den özel destek kredisi aldılar. 1980 sonrasında ise UÖB, İMF’nin desteklediği istikrar programlarına finansman sağladı (1982’de Meksika, 1998’de Brezilya vb.).
UÖB, Bretton Woods kurumları ile birlikte, 1970’lere değin sabit kur sisteminin işlemesine çalıştı. Ancak 1970 sonrasında, sınır-ötesi sermaye hareketlerinin yönetimi ağırlık kazandı. 1970’lerdeki krizler, uluslararası faaliyet gösteren bankaların denetlenmesi meselesini gündeme getirdi.
UÖB bünyesindeki Basel Komitesi, 1988 Basel Mutabakatı ve 1999’da taslağı yayımlanan Yeni Basel Mutabakatı (Basel II) ile bankalar için belirli standartlar getirdi. Komite her iki mutabakatla da, bankalara “sermaye yeterlilik oranı” adı verilen; banka sermayesinin, bankanın risk ağırlıklı aktiflerine oranına ilişkin bir düzey belirleyerek, finansal kuruluşların bu standarda uyması şartını getirdi. Ancak Basel II ile getirilen şartlar, GOÜ’ler için oldukça ağır. ABD dahi, yeni mutabakatın sadece en büyük 20 Amerikan bankasında uygulanacağını duyurdu. Bu ise diğer ülkelerin haklı itirazlarına yol açtı.
Oysa, yeni Basel kurallarının AB bankalarının sermaye yükümlülüğü ihtiyacını şu anki rakama göre ortalama %5 azaltacağı tahmin ediliyor. Diğer ülkelerde ise, bu kurallar büyük ölçüde konsolidasyonu gerekli kılacak; finans piyasasındaki oyuncu sayısı giderek azalacak ve işsizlik artacak.
Asya Krizi’nden beri GOÜ’lere sermaye akışında ciddi bir düşüş söz konusu. Düşük nota sahip borçlanıcılara verilen kredilerin sermaye ihtiyacını oldukça artırması nedeniyle, Basel II gelişmekte olan ülkelere verilen kredilerin maliyetini artırıyor ve miktarını azaltıyor.
İMF ve UÖB örneklerinden hareketle, bugünkü ekonomik sistemin büyük aktörlerinin kendi arzuları doğrultusunda standartlar oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Son DTÖ toplantısında GOÜ’ler, masadan çekildiler; ancak bu biraz da Çin ve Hindistan gibi ülkelerin desteklerini de yanlarında hissetmeleri sayesinde mümkün olabildi. Oysa tarım konusunda varılacak bir anlaşma, fakir ülkelerdeki 100 milyondan fazla insanın sefalet sınırının biraz üstünde bir refah düzeyine ulaşmalarına imkan sağlayacaktı. Ancak zenginlere ne gam! Onların besleyecek inekleri var…
Paylaş
Tavsiye Et