İLK kez 18’inci yüzyılın sonunda ekonomik alanda başlayan Türk-Amerikan ilişkileri, gerek Osmanlı, gerekse Türkiye Cumhuriyeti döneminde iniş çıkışlarla devam etti. Batılılaşma hedefinin önemli bir parçası olan ABD ile ilişkiler, bu ülkenin ancak bir süper güç olarak aktif politikayı benimsediği İkinci Dünya Savaşı sonrasında canlanabildi. Zaman zaman ilişkileri kopma noktasına getiren krizler yaşansa da, tarihî ve jeopolitik konumu ile Türkiye ABD’nin göz ardı edemeyeceği bir ülke olageldi.
1827’de Navarin’de Türk donanmasının yakılmasının ardından Avrupa dışında bir müttefik arayışına giren Osmanlı, ABD ile ilk resmî temaslara başladı. Bu çerçevede 1830’da imzalanan Ticaret ve Seyrüsefer Antlaşması ile kapitülasyonlardan yararlanma hakkı elde eden ABD, açtığı okullarla misyonerlik faaliyetlerini yoğunlaştırdı. Ancak Osmanlı coğrafyasının o dönemde ABD’nin ilgi alanında bulunmaması dolayısıyla, siyasî ilişkiler asgarî düzeyde seyretti. ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na girişinin ardından 20 Nisan 1917’de kesilen ilişkilerse, ancak 10 yıl sonra yeniden kurulacaktı. Zira Lozan Antlaşması’na taraf olarak katılmayan ABD ile yeni cumhuriyetin 6 Ağustos 1923’te imzaladığı Dostluk ve Ticaret Antlaşması, Senato tarafından onaylanmamıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında ilişkiler genellikle durgun seyretse de Ermeni devleti, kapitülasyonlar ve Amerikan okulları konusunda zaman zaman gerilimler yaşandı.
İki ülke arasında yoğun ilişkiler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında başladı. Rusların boğazlar ve sınırlar konusundaki tarihî taleplerini yeniden dillendirmeye başlaması, yeni düzende Sovyet yayılmacılığını en büyük tehdit olarak gören ABD’yi harekete geçirdi. ABD 1947’de Truman Doktrini ve 1948’de Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye askerî ve ekonomik yardımda bulundu.
1950’lerde Türkiye Soğuk Savaş’ın iki kutuplu sisteminde Amerikan politikalarının sadık bir takipçisi oldu. 1949’dan itibaren NATO’ya girebilmek için mücadele veren Türkiye, 1950’de Kore’ye asker göndermesinin ardından, 1952’de ABD’nin desteğiyle İttifak’a kabul edildi. 68 sayılı Millî Güvenlik Konseyi kararıyla daha geniş üsler sistemi kurmayı planlayan ABD’ye üslerini açtı. Böylece birkaç yıl sonra Lübnan müdahalesinde ilk kez kullanılacak İncirlik Üssü, Orta Doğu’ya yönelik Amerikan müdahalelerinin merkezi haline geldi. Bölgesinde aşırı istekli bir oyuncu olan Türkiye, Bağdat ve Balkan Paktları’nın kuruluşunda önemli görevler aldı; 1955’te Bağlantısızlar Hareketi’nin Bandung’taki toplantısında Sovyet tehdidine karşı ülkeleri Batı Bloğunda yer almaya davet ederek şimşekleri üzerine çekti. 1957-58’e gelindiğinde Suriye ve Irak’ın Sovyet Bloğuna doğru kayışından oldukça rahatsız olan Türkiye, müdahale çağrılarına ABD’nin olumsuz yanıt vermesinden hayal kırıklığına uğrayacak; ancak 5 Mart 1959’da imzalanacak olan ikili anlaşma ile Türk-Amerikan ilişkileri ilerleme kaydedecekti.
1960’lar Türkiye’nin Amerika ile ilişkilerine mesafe koymasını gerektiren bir dizi gelişmeye sahne oldu. Ekim 1962’de patlak veren Küba Krizi’nde Amerika’nın İzmir Çiğli’de konuşlandırdığı Jüpiter füzelerinin pazarlık konusu olması ABD ile ilişkileri ilk kez tartışmaya açtı. Ancak ilişkileri sarsan asıl gelişme, Kıbrıs Türklerine yönelik artan Rum saldırılarına karşı Türkiye’nin müdahale kararına 5 Haziran 1964’te Başkan Johnson’ın yolladığı mektup oldu. Zira bu mektupla Türkiye, Amerika’nın askerî ve teknolojik yardımlarını istediği zaman, istediği şekilde kullanamayacağını ve Sovyetler ile karşı karşıya kaldığında Amerikan desteğinin gelmeyebileceğini görmüş oluyordu. Böylece Türkiye, Soğuk Savaş’ın başlangıcından itibaren ilk kez Batı dışında dostlar bulma arayışına girerek Sovyetler Birliği’ne yanaştı. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Arapları destekledi ve ABD’nin İsrail’e yardım etmek üzere İncirlik Üssü’nü kullanmasına izin vermedi. 1950’ler boyunca ABD ile yapılan ancak kayıt altına alınmayan ellinin üzerinde anlaşma, gözden geçirilerek bir çerçeveye sokuldu. Türkiye, Eylül 1965’te BM Genel Kurulu’nda Vietnam’a güç kullanılmasına karşı çıktı ve ABD’nin Türk birliklerinin Vietnam’a gönderilmesi isteğini geri çevirdi.
1970’ler, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir kırılma noktası oldu. Haşhaş ekimi kriziyle başlayan, 1974’teki Kıbrıs müdahalesiyle devam eden gerilimlerin ardından Şubat 1975’te yürürlüğe giren ve 3,5 yıl süren silah ambargosu, ilişkileri kopma noktasına getirdi. Bu dönemde NATO operasyonları için açık tutulan İncirlik hariç tüm Amerikan üsleri ve dinleme tesisleri kapatıldı. Yeni kurulan Ege Ordusu’nun NATO’nun hizmetine sokulması yönündeki çağrılara olumsuz cevaplar verildi. Sovyetler Birliği ile artan ilişkiler 1978’de Türk-Rus Deklarasyonu’nun imzalanmasıyla sonuçlandı. 1980’lerde ilişkiler, yaşanan bazı iç ve dış gelişmeler sebebiyle düzelmeye başladı. Bu dönemde ABD ile kapsamlı bir ekonomik ve savunma işbirliği anlaşması imzalandı.
Soğuk Savaş sonrasında Türkiye, yeni bölgesel tehditlerin merkezinde bulunması ve enerji kaynaklarına yakınlığı dolayısıyla Amerikan politikalarında yeniden merkezî bir ülke haline geldi. Soğuk Savaş boyunca ekonomik ve askerî işbirliğine dayanan ilişkiler, 90’larla birlikte yapısal bir değişim geçirdi. 1991’de Geliştirilmiş Ortaklık düzeyine çıkarılarak çeşitlendirilen ilişkilerde enerji, ekonomik ve ticarî işbirliği, bölgesel işbirliği, savunma ve güvenlik işbirliği ve Kıbrıs konuları ana başlıkları oluşturdu. 1999’da yapılan üst düzey resmî ziyaretlerde Avrupa, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’ya kadar olan bölgelerde geniş çapta örtüşen çıkarlar çerçevesinde çok boyutlu ve çok yönlü bir stratejik işbirliği anlamına gelen “Stratejik Ortaklık” sağlamlaştırıldı ve bunun ekonomik ve ticarî alanlara da kayması desteklendi. Bu bağlamda 1999 ve 2002’de ekonomik alanda bazı anlaşmalar imzalandı. 11 Eylül saldırılarının ardından, ABD’nin teröre karşı mücadelesine tam destek veren Türkiye, üslerini ve hava sahasını “küresel terörizmle mücadele” için açtı.
Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında Irak, Bosna, Kosova, Afganistan gibi Amerika öncülüğündeki operasyonlara gerek asker yollayarak, gerekse üslerini açarak destek verdi. Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ın çevrelenmesinde önemli bir rol oynadı ve BM yaptırımlarını ilk uygulayan ülke oldu. Bu süreçte İsrail ile artan ekonomik ve askerî ilişkiler ABD tarafından desteklendi ve üç ülke Akdeniz’de ortak askerî tatbikatlar gerçekleştirdi. ABD ise AB’ye giriş, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı, Kıbrıs ve Ermeni meselesi gibi konularda Türkiye’nin hassasiyetlerine önem verdi.
1990’larda yaşanan bazı gerilimler, ilişkilerin seyrini değiştirecek çapta değildi. Ancak 1 Mart 2003’te yaşanan tezkere krizi ilişkileri çok farklı bir boyuta taşıdı. 62 bin yabancı askerin gelmesine ve Kuzey Irak’a asker gönderilmesine izin veren tezkerenin üç oyla meclisten geçmemesi ABD’nin tüm planlarını altüst etti. İlk anda ilişkiler kopma noktasına gelse de, ortak çıkarların Irak’la sınırlı kalmaması, Afganistan’da işlerin umulduğu gibi gitmemesi ve Irak’ta da gidişatın kötü olabileceği endişesi Türkiye’nin tamamen gözden çıkarılmasını önledi. Bu süreçte ABD Türkiye’yi “cezalandırmak” için bazı adımlar attı. Örneğin Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetleri Karargahı’na baskın yapılarak Özel Timlerin başına çuval geçirilmesi, Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili kırmızı çizgilerinin Kürt gruplarca ihlal edilmesine ses çıkarılmaması gibi bazı ciddi krizler yaşansa da, Türkiye’nin ilişkileri daha da germemek üzere attığı adımlar, tezkere sonrası dile getirilen felaket senaryolarının gerçekleşmesini önledi.
Türkiye’nin güvenliğini Batı ittifakında yer alarak korumasına dayanan 50 yıllık ulusal güvenlik politikası, tezkere kriziyle değişmeye başladı. Washington uzunca bir süredir ilk kez Ankara’nın, Amerika’nın istediği zaman, istediği şekilde davranmayabileceğini gördü. ABD, Türkiye’nin güvenlik ve dış politika konularında giderek daha aktif ve bağımsız politikalar izlemesinden rahatsız olsa da, kurmaya çalıştığı yeni dünya düzeninde Türkiye’yi tarihî ve coğrafî konumu itibariyle göz ardı etmesi mümkün değildir. Nitekim bunun en iyi göstergesi Haziran ayında toplanan ve ana konusu yeni adıyla Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi olan G-8 Zirvesi’ne Türkiye’nin de davet edilmesidir. Bir zamanlar “kanat ülkesi” olarak ABD dış politikasının vazgeçilmez aktörü olan Türkiye, şimdilerde “model ülke” olarak Amerikan projelerinde öne çıkıyor. Ancak yine de Türkiye ile ABD arasındaki stratejik ilişkinin yeniden tanımlanması sancısı daha uzun süreceğe benziyor.
Paylaş
Tavsiye Et