2004 YILININ Ekim ve Kasım ayları, uluslararası politika açısından kritik önem taşıyan ülkelerde yapılan seçimlere sahne oldu. Avustralya’dan Afganistan’a, Uruguay’dan Ukrayna’ya kadar birbirinden çok farklı siyasî ve toplumsal yapılara sahip ülkelerin halkları, devlet başkanlarını seçmek için sandık başına gittiler. Ancak bütün bu seçimler, doğal olarak taşıdığı önemin ötesinde, medya tarafından son yılların en önemli siyasî olayı olarak sunulan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık seçiminin gölgesinde kaldı. 2 Kasım’da yapılan seçimlerin sonucunda mevcut başkan George W. Bush, dört yıl daha görev yapmak üzere yeniden seçildi. Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Bush oyların %51’ini alırken, Demokrat Parti’nin adayı olan rakibi John Kerry’nin oy oranı %48’de kaldı. Cumhuriyetçiler, Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde ettiler. Kerry ile Bush arasında toplamda 3 puanlık bir fark olsa da, eyaletlerin çoğunda Bush öne geçmeyi başardı. ABD haritasının büyük kısmı Cumhuriyetçilerin rengi olan kırmızıya bürünürken, Demokratların rengi olan mavi ise ülkenin batısı ile kuzeydoğusunda kendine yer bulabildi.
Normal şartlarda ekonomik ve insanî maliyeti her geçen gün artan tartışmalı bir savaşa giren, işsizliği artıran, ekonomiyi durgunlaştıran ve müttefikleriyle ters düşen bir devlet başkanının seçimleri kaybetmesi beklenir. Nitekim Irak Savaşı’nda ABD’ye destek veren İspanya Başbakanı Jose Maria Aznar, 11 Mart’ta Madrid’de düzenlenen terör saldırısının hemen ardından yapılan seçimleri kaybetmiş ve yerine seçilen Rodriguez Zapatero Irak’taki İspanyol askerlerini geri çekmişti. Ancak Amerikan halkının büyük çoğunluğu adayların ekonomik sorunlar ve savaş hakkındaki yaklaşımları yerine eşcinsel evlilikler, kürtaj ve kök hücre araştırmaları gibi ahlakî konulardaki tercihlerine göre oyunu kullandı. Bu konularda ABD’de gittikçe güçlenen Hıristiyan akımların görüşlerini benimsemesi, Bush’a büyük bir avantaj kazandırdı. Amerikalıların 11 Eylül sonrası içine girdikleri güvenlik endişesi üzerine oynaması ve kendisini savaştaki bir ülkenin ihtiyaç duyacağı, sözünün arkasında duran, sağlam lider olarak lanse etmesi, Bush’un başarılı olmasını sağlayan diğer taktiklerdi.
Dünyanın dört bir yanındaki gazeteci ve akademisyenler, bu sonucu değişik açılardan değerlendirmeye çalışıyorlar. Ancak Bush’un zaferinin nedenlerini anlayabilmek için öncelikle Amerikalı aydınların sesine kulak vermek faydalı olacaktır. New York Times’ın dünyaca ünlü yazarı Thomas Friedman “Tanrının Huzurunda İki Halk” başlığını taşıyan 4 Kasım tarihli makalesinde, Bush’a oy verenlerin sadece Amerika’nın ne yapması gerektiği konusunda değil Amerika’nın ne olduğu konusunda da kendisiyle anlaşmazlık içinde olduğunu ifade ediyor. ABD’nin insanların cinsel tercihlerine ve evliliklerine müdahale edilmeyen, kadınların bedenlerini kontrol edebildikleri, kilise ile devletin ayrıldığı ve dinin bilimle mücadele etmediği bir ülke olup olmadığını soran Friedman, bunun bir seçim değil de adeta bir kimlik bildirimi olduğunu iddia ediyor.
New York Times’ın bir diğer yazarı olan Nicholas Kristof ise 6 Kasım’da yayımlanan makalesinde liberallerin Bush’a oy verenleri suçlamalarının doğru olmadığını yazıyor ve Demokratlara bir dahaki seçimlerde başarılı olabilmeleri için Tony Blair liderliğindeki İngiliz İşçi Partisi’ni örnek alarak dinden korkmamalarını ve teolojiyi Cumhuriyetçilerle tartışmalarını tavsiye ediyor. Zira “muhafazakârlardan çok liberalleri destekleyen İncil kaynaklı cephane daha fazladır.” Siyasi analizci ve sosyal eleştirmen Barbara Ehrenreich de, haftalık The Nation dergisinin 29 Kasım tarihli sayısında yayımlanan makalesinde Kristof’un görüşlerini paylaşarak liberallerin dini dikkate almaları gerektiğini belirtiyor: “Önde gelen Demokratlar, Bush’un seçim zaferine verdikleri korkak, saç-baş yolduran yanıtla yalnızca Amerika’nın dinî dönüşümünden ne kadar habersiz olduklarını gösteriyorlar. Seküler liberaller ile orta yolcuların yanıldıkları nokta, dini, genellikle ruhçuluk, spor çılgınlığı ve duygusallık benzeri ‘akıldışı’ bir yapı olarak sınıflandırmalarıdır.” Ehrenreich’a göre özellikle aşırı sağcı Evanjelik kiliseler sadece din hizmeti vermekle kalmıyor; ucuz yemek, çocuk bakımı, iş bulma, okul sonrası programlar gibi hizmetler de sunuyorlar. Bu şekilde fakir kitleler arasında desteklerini artıran Evanjelikler, eşcinseller ve kürtajın yanı sıra mevcut sosyal devlet yapısına da karşı çıkan Bush’u desteklemek suretiyle alternatif sosyal devlet haline gelmenin önünü açıyorlar.
Amerika’nın en önemli muhalif aydınlarından Noam Chomsky, tam bir hayal kırıklığı olmasına rağmen bu sonuca fazla şaşırmamak gerektiğini söylüyor. Z Magazin dergisinin internet sitesinde yer alan 10 Kasım tarihli yorumunda, Nixon’ın 1972, Reagan’ın ise 1984’te yeniden seçilmelerini örnek göstererek bunun daha önce de yaşandığını belirten Chomsky, seçimlere çok da fazla önem vermemek gerektiğini, çünkü bundan çok daha önemli şeyler olduğunu ileri sürüyor: “Esas önemli meseleler; nüfusun çoğunluğunun önemli konular hakkındaki görüşlerinin gündemde olmaması, insanların halkla ilişkiler uzmanlarının oluşturduğu imajlardan birine ya da ötekine oy vermesi ve imajların da gerçeğin çok az bir kısmına tekabül etmesidir.” Chomsky’e göre bu durum ABD’de keskin bir demokrasi açığı olduğunu göstermektedir ve öncelikle bununla mücadele edilmelidir.
Bir başka Amerikalı muhalif aydın Immanuel Wallerstein ise Binghamton Üniversitesi’ne bağlı Fernand Braudel Center’ın internet sitesine gönderdiği 15 Kasım tarihli makalesinde, Cumhuriyetçi Parti’yi oluşturan unsurları kapsamlı bir analize tabi tutuyor: “Bush’un Cumhuriyetçi Parti içinde üç farklı seçmen grubu vardır: Hıristiyan sağ, büyük iş çevreleri ve militaristler. Bunların her biri şu sıralarda boy gösteriyor ve isteklerini elde etmek için Bush’a baskı yapıyorlar. Ne var ki bu grupların öncelikleri tamamen farklıdır ve üç seçmen grubunun hiçbiri diğer ikisinin ilgilerine sözlü desteğin ötesinde bir şey vermemektedir.” Hıristiyan sağın iç meselelerle ilgilendiğini ve şu an için eşcinsel evliliği ve kürtaj gibi gündemdeki iki konu üzerinde odaklandığını belirten Wallerstein’a göre bu sadece başlangıçtır. Hıristiyan sağ, 20. yüzyılın sembollerinden biri olan ahlakın liberalleşmesini tamamen ortadan kaldırmak ve ardından da ırkçı gündemlerini ortaya koyarak ABD’yi yeniden Beyaz Protestanların hakim olduğu bir ülke haline getirmek istemektedir.
Wallerstein, ekonomik muhafazakârlar olarak tanımladığı iş çevrelerinin Bush için kişisel olarak Hıristiyan sağdan daha önemli olduğunu, bu grubun çevre düzenlemesi ve sağlık giderleri için yapmak zorunda oldukları harcamaların azaltılmasını ve vergilerin düşürülmesini istediklerini belirtmektedir. Wallerstein, militaristlerin amaçlarını ise ABD’nin, neredeyse her yerde olmasını istediği şeyi dikte edebildiği ve dünyadaki tartışmasız tek hegemonik güç olduğu, çok da eski olmayan günlere dönmek olarak açıklamaktadır.
Bir diğer dikkat çekici analiz, bağımsız medya organlarından AlterNet sitesinde Earl Ofari Hutchinson tarafından yapıldı. Hutchinson 5 Kasım tarihli makalesinde, liberallerin Bush ve ABD’deki durum hakkında çok yanlış varsayımlarda bulunduklarını ileri sürüyor. Hutchinson’a göre Afrika ve Latin kökenli Amerikalıların, sivil özgürlüklere saldıran, eğitim ve sağlık programlarını budayan Bush’a çok büyük öfke duyduğunu düşünmek ve Bush’a sadece yanlış bilgilenmiş, eğitimsiz, fakir insanların, ırkçı ve fanatik Hıristiyan köktencilerin oy vereceğini zannetmek büyük bir hatadır: “Meşhur kırmızı eyaletlerde Bush’a oy verenlerin çoğunluğu, ilericilerin onları tasvir etmekten zevk duydukları tipik dindar çatlaklar ve ırkçılar değildir. Onlar beyaz ve artan sayıda Latin kökenli küçük iş sahipleri, hayvancılıkla uğraşanlar, çiftçiler, orta sınıf profesyoneller ve banliyölerde yaşayan insanlardır. Onlar iş dünyasını destekliyor, büyük devlete karşı çıkıyorlar, dine inanıyorlar ve aile değerlerine sahip çıkıyorlar.”
Şüphesiz ABD’deki entelektüellerin tamamı Bush’a muhalif değil. Özellikle hâkim medyada Bush’u destekleyen yorumlara da sıklıkla rastlanıyor. Bu yorumculardan biri olan The Washington Post’un Pulitzer ödüllü yazarı Jim Hoagland, 4 Kasım’da yayımlanan makalesinde, Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu bir Kongre varken, Bush hükümetinin ekonomideki kan kaybını mutlaka durdurması gerektiğini söylüyor ve Bush’a ikinci dönemi için şu öğütleri veriyor: “Hangi mekanizmayla olursa olsun, Bush’un, gelecek dört yıla farklı baktığına dair kuvvetli bir mesaj vermesi gerekir. Bu, dış politikada olduğu gibi Irak için özellikle geçerlidir. Bush, kampanyası boyunca hata yaptığını itiraf etmeyi inatla reddetti ve bunun da öncesinde savaş çabasını zedeleyen içerideki bölünmeleri, mücadeleleri ve kargaşayı hoş gördü. Lütfen bir dört yıl daha bu olmasın.”
Tüm dünyanın en çok tepki çeken liderlerinin başında gelen George Bush’un geçen dört yılda yaptıklarının, halkının en azından yarısından fazlası tarafından onaylandığını gösteren 2004 seçimleri üzerindeki tartışmalar daha uzun süre devam edeceğe benziyor. Ancak seçim sonucu ne olursa olsun, gözlerden kaçmaması gereken asıl nokta, bizim tüm bu olup bitenleri nasıl algıladığımızdır. Dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın, gücü ne olursa olsun, uluslararası sistem içindeki yüzlerce ülkeden biri olan ABD’de yapılan seçimleri kendi kaderinin çizildiği bir dönüm noktası olarak görmesi, ABD başkanının kim olduğundan daha önemlidir. Burada söz konusu olan, Chomsky’nin dediği gibi medyanın pompaladığı bir imajdır ve medyanın Amerika hakkında oluşturduğu imaj, Amerika’nın kendi gerçeğinin de ötesine geçmektedir. Savaş haberlerinin askerî birliklere ‘ilişmiş’ gazeteciler tarafından aktarılmasının bile sorgulanmadığı bir medya ortamında, Amerikan seçimlerinin “dünyanın geleceğinin belirlenmesi” şeklinde sunulması, hem Amerikalıların hem de dünyanın geri kalanının ABD merkezli bir dünya algılayışını içselleştirmelerinin önünü açmaktadır. Bush’un yeniden seçilmesinden dolayı üzüntü duyan Amerikalıları internet üzerinden tüm dünyadan özür dilemeye iten vicdan muhasebesinin arka planında da bu Amerika merkezli yanılsama yatmaktadır.
Paylaş
Tavsiye Et