İNGİLİZ İşçi Partisi, Kraliçe Victoria döneminde zirve noktasına ulaşıp İngiltere’ye küresel liderlik imkanını sağlayan Sanayi Devrimi’nin getirdiği baş döndürücü ekonomik gelişme ve refahın yanında, çalışan kesimler üzerinde yarattığı inanılmaz baskının sonucu olarak 1900’de kuruldu. Bir asrı aşkın köklü bir maziye sahip olmasına karşın, parti 20. yüzyıl boyunca –genelde savaş ve kriz dönemlerine rastlayan- üç kısa dönemde iktidar olabildi ancak. Ekonomik liberalizmin beşiği olan İngiltere gibi bir ülkede sosyalist köklerden yola çıkıp sosyal demokrat politika yapmanın zorluğu düşünüldüğünde, İşçi Partisi’nin geleneksel marjinal konumunu anlamak hiç de zor değil. İkinci Dünya Savaşı sonrası Churchill liderliğindeki Tory (muhafazakâr) hükümetini sürpriz şekilde yenilgiye uğratan Clement Attlee ve 1960’ların sosyal liberalizmine damgasını vuran Harold Wilson gibi karizmatik liderlerin bıraktığı etkiye rağmen İşçi Partisi yüzyılın sonlarına dek bir türlü doğal bir iktidar alternatifi olmayı başaramadı. Sendikalar, işçi örgütleri ve düşük gelir grupları ile olan organik bağlantıları, partinin muhafazakâr-liberal eksenli, yarı-aristokratik ana politika mahfilini tamamlayan marjinal bir unsur olarak kalması için yeter sebep olarak görüldü. Örgütlü işçiler ve sendikaların fanatik tavırlarından kaynaklandığı düşünülen ekonomik krizlerin faturası çoğunlukla, bu kesimlerin temsilcisi konumundaki İşçi Partisi’ne kesildi.
1990’lara girilirken bu alışılmış tabloda radikal değişiklikler yaşanmaya başladığı dikkati çekiyordu. Öncelikle 1979’dan itibaren yönetimi elinde tutan Margaret Thatcher liderliğindeki muhafazakârlar, köklü bir sosyo-ekonomik değişimi başlatarak sendikaların ve imalat sanayindeki işçilerin politik gücünü yerle bir ettiler. Ardından Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve refah devleti politikalarının mali kriz nedeniyle doğal sınırlarına ulaşması, İkinci Dünya Savaşı sonrası sol (sosyalist-sosyal demokrat) hareketlerin hem ideolojik hem de maddî dayanak noktalarını ortadan kaldırdı. Ancak bu arada Thatcherizm’in neoliberal reçeteleri organize işçi örgütlerini pasifize ederek, paradoksal bir biçimde İşçi Partisi’ni özgürleştirip yeni kitlelere yönelebilmesi için uygun ortamı hazırladı.
İşte Antony Giddens, Will Hutton gibi elit yazarlarca formüle edilen ve Türkiye’deki sol aydınların hasretle vurgu yaptıkları “Üçüncü Yol” ve “Yeni İşçi Partisi-Yeni Sol” kavramları böyle bir ortamda ortaya çıktı. 1994’de biraz talihi, biraz partinin çaresizliği, biraz da sağ kolu Gordon Brown’ın destek ve fedakarlığı sayesinde İşçi Partisi’nin genel başkanlığına seçilen Tony Blair’e ilk etapta hiç kimse gerek İngiltere’de, gerekse Avrupa’da sol hareketin gelecek on yılına damgasını vuracak lider gözüyle bakmamıştı. Son derece zeki, cesur ve pragmatik bir siyasetçi olan Blair, ilk iş olarak partinin modernize edilerek geleneksel oy tabanının genişletilmesi işine el attı. Bu bağlamda, parti tüzüğündeki “demokratik-sosyalist” ifadesi çıkarıldı, sendikalarla ilişkiler objektif kriterlere göre yeniden belirlendi ve ideolojik mesajlar yerine eğitim, sağlık, ekonomik istikrar gibi halkı doğrudan ilgilendiren konulara ağırlık verildi. Sonuçta kendini yeniden tanımlayan İngiliz solu 1997’deki seçimlerde rekor oy alarak ve muhafazakârlara 179 milletvekili fark atarak iktidara geldi.
Blair’in ilk döneminin göreceli olarak daha fazla sol öğeler taşıdığı genel kabul gören bir gerçek. AB’nin çalışma koşulları ile ilgili önemli şartlar içeren Maastricht sosyal kriterlerinin benimsenmesi, İngiltere tarihinde ilk defa asgarî ücret uygulamasına geçilmesi, muhafazakârların bakımsızlığa terk ettiği sağlık sistemine rekor yatırım yapılması gibi. İşçi Partisi, muhafazakârların iktidarlarına mâl olan “piyasa ideolojik” yaklaşımlarını AB talepleri ışığında biraz yumuşatmakla birlikte, birçok konuda sermaye yanlısı ve işçi karşıtı politikaları sendikaların sert muhalefetine rağmen uygulamaktan çekinmedi. 2001’de dört yıl için yeniden seçilen Blair ve Maliye Bakanı Brown’ın sermaye-dostu politikalara verdikleri öncelik, İMF tarafından da hararetle alkışlanmış ve küresel finans toplumunun saygısının bir göstergesi olarak Brown, İMF İcra Direktörlüğü’ne aday gösterilmişti.
1990’ların ortalarında Blair, Schröder gibi sosyal demokrat liderlerle Avrupa’da yeşeren sol dalga, yeni bin yılda epeyce körelmişe benziyor. Almanya’daki Schröder iktidarı pamuk ipliğine bağlı ve Blair yaklaşan seçimlerden sonra bir dönem daha başbakanlık yapıp bırakacağını açıklıyor. Bu anlamda Avrupa’da Yeni Sol’un yükseliş ve düşüşünden bahsetmek için henüz erken olabilir ama en azından Tony Blair’in yükseliş ve düşüşünden bahsetmenin zamanıdır. Aslında Blair liderliğindeki İşçi Partisi’nin 1997’deki çıkışı Türkiye’deki AKP’nin 2002’deki çıkışına benzer özellikler taşıyor. Genç bir lider ve değişim sloganı ile ortaya çıkıp tarihsel mirasının bir kısmını iktidarı kazanma uğruna reddeden bir parti. Bir tarafta sosyalizm ve işçi örgütlerinden, diğer tarafta ise siyasal İslam ve ilgili toplum kesimlerinden göreceli bir uzaklaşma göze çarpıyor.
İngiltere’de 5 Mayıs 2005’de yapılacak genel seçimler için açıklanan parti manifestolarına bakıldığında Liberal Demokratlar’ın birçok konuda İşçi Partisi’nin soluna kaydıkları göze çarpmakta. Buna karşın muhafazakârlar, Irak Savaşı’na destek dahil birçok konuda Blair’in İşçi Partisi’nden farklılaşamamalarının sıkıntısını çekiyorlar. Kısacası, yerli sol entelektüellerimizin izlenimlerinin aksine, halihazırdaki İşçi Partisi’nin İngiltere’de solu ne derece temsil ettiği hayli tartışmalı; o yüzden de sol seçmenlerin çoğunun bu seçimlerde sandık başına gitmeyip Blair ve ekibine sert bir mesaj vermesinden korkuluyor. Özellikle Irak’taki Amerikan politikasına, başından beri çarptırılmış istihbarat kullanma pahasına kayıtsız-şartsız destek veren ve bu konudaki parti içi muhalefeti göğüslerken Claire Short, Robin Cook gibi tecrübeli bakanları feda eden Blair’in, İngiltere’deki Müslüman toplum dahil pek çok toplum kesimi nezdinde inanılır-güvenilir bir imajı yok. Bu noktada İşçi Partisi’nin en büyük sermayesi, “son yüzyılın en iyi Şansölyesi” diye pazarlanan ve İngiltere’nin son on yılda yakaladığı ekonomik yükselişin mimarı olan Gordon Brown. Çünkü son kamuoyu yoklamalarının gösterdiğine göre Blair’in şahsî ratingi oldukça düşük seyrederken ve propaganda malzemelerinde resimleri dahi pek kullanılmazken, halkın ekonomide istikrarı korumak için Gordon Brown’a güveni artarak devam etmekte.
Seçimi kazandığı takdirde Blair’in (kendi partisi tarafından alaşağı edilen Margaret Thatcher’ın akıbetine uğramamak için) iki-üç yıl içinde partide kendisinden daha saygın bir konumu olan Brown’a liderliği devretmesine kesin gözüyle bakılıyor. Blair’in liderliği Alan Milburn gibi kişisel tarzı kendisine yakın bir figüre devretmek istemesi, İşçi Partisi’nin tarihsel gerçeği olan parti-içi çekişme ve bölünmeleri tekrar canlandırabilir, ki bu da uzun süreli iktidarlarının sonunu rahatlıkla getirebilecektir. Muhtemel bir Brown başbakanlığında ise, İşçi Partisi’nin isteksiz teşkilatını canlandırmak ve küsmeye başlayan seçmenlerinin gönlünü almak için göreceli olarak sol politikalara daha çok ağırlık vereceği tahmin edilebilir. İngiltere’deki gelişmelerin ve Tony Blair’in Downing Street’e veda etmesinin, şahsen ilham kaynağı olduğu Avrupa’daki sosyal demokrat hareketler için ne tür yansımaları olacağını da zaman içinde göreceğiz.
Paylaş
Tavsiye Et