TÜRKİYE’NİN eskiden beri maruz kaldığı bir dizi askerî müdahalenin şimdiye kadar “sürekli bir askerî rejim”in oluşmasıyla sonuçlanmamış olmasına dikkat çeken Şerif Mardin, Osmanlı tarihinde meşru ayaklanmanın bir teorisi olabileceğini düşünmüştür. Mardin, idarenin yozlaşmaya yüz tuttuğu zamanlarda baş gösteren isyanların değişmez bir örüntü izlediğine dikkat çeker: İlk evre Sultan ve memurlarının kötülüklerinin konuşulduğu dedikodu faslıdır. Camilerde verilen vaazlarda toplumsal çöküntünün vahameti dile getirildikten sonra şiddet olayları başlar. İsyanın üçüncü evresinde ise nihayet silahlı kuvvetler işbirliğine çekilir, yeniçeriler devreye girer. Yeniçeriler ve ulema çarşı-pazar esnafını kışkırtarak isyanın taraftarlarını çoğaltır. Osmanlı zımnî sözleşmesini sona erdiren mekanizmayı böyle açıklayan Mardin’e göre, “Osmanlı geleneğini sürdüren model tektir: Siviller şikayet eder (şimdi gazete makaleleri vasıtasıyla) din adamları onların protestolarına haklılık sağlarlar ve camilerde cuma vaazlarıyla hoşnutsuzluğu yayarlar ve askerîler de rejimi devirmek için gerekli gücü elde ederler.”(Türk Modernleşmesi, İst. 1992, s. 117)
Osmanlı’da mutlakıyetçiliğin aşırılıkları, ilmiye ve askeriye eliyle derinlerde bir yerde zorlu bir güç dengesiyle dizginlenmiş gibidir. Halkın memnuniyetsizliğini ulemaya, ulemanın da askerlere aksettirmesi; sonra da hep beraber propaganda yaparak taraftar çoğaltmalarıyla belki nihayet padişahı indirmeleri ile sonuçlanabilen bu işleyişe yönetenlerin çoğu zaman uyduğu ve kendilerini kalabalıklara teslim ettikleri görülmüştür. Bunun Osmanlı’daki son örneğini, 1909’da Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’na karşı koymayan II. Abdülhamid’in verdiğini söyleyebiliriz. 1960’da Menderes’in de bir nevi teslimiyet halet-i ruhiyesinde bulunduğu hatırlanmalıdır. 12 Eylül’deki durum halen hafızalardadır. Refahyol hükümetinin 28 Şubat kararlarını sineye çektikten birkaç ay sonra kelleyi teslim etmesi de bu boyun eğme geleneğinin devamıdır.
Dinî meşruiyete dayanan Osmanlı zımni sözleşmesinin yerini bugün “laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlanan Cumhuriyet’in zımni sözleşmesi almıştır. Fakat yukarıda anlatılan ayaklanma teorisini bu yeni duruma uygulamak mümkündür. Eski mekanizmada önemli bir yeri olan geleneksel ulema sınıfı artık yok; ulemanın yerini bugün sivil bürokrasinin aldığını varsayabiliriz. Dün padişah nasıl ordunun ve ulemanın biatinden emin olmadan tahta çıkamıyor idiyse, bugün de “Cumhurbaşkanlığına çıkmak için bizim onayımız lazım” diyen sivil ve askerî bir bürokrasi var. Dördüncü kuvvetin kıdemli gazetecileri bu bürokrasinin borazanvari uzantılarıdır. Bu oligarşik güçbirliği sessiz sedasız ilerleyen bir cumhurbaşkanlığı sürecine çomak sokarak ülke huzurunu baltaladı. Bunu yaparken al bayrağımızı kalkan olarak kullanan oligarşi, ülkeyi hâşâ Allah ile devlet arasında sıkışmış gibi göstermeyi de başardı.
Ulusolculuk Nelere Kadir…
Türkiye, kelimelerini çabuk tüketen bir ülke; yeni yetme ulusalcılık bile eskidi, yerine ulusolculuğu öneriyorum. Susurluk için ışıklarını söndürenlerin 28 Şubatçıların tabanına dönüştürüldüğü gibi, ulusolcuların mitingleri de 27 Nisancıların “halk desteği” oluverdi.
Belki Stockholm sendromu, belki mazoşizm; sebebi ne olura olsun, bu ülkede protokol haberlerini açtıklarında Reşoların Memoların markasız takımları yerine pırıl pırıl yıldızlı üniformalar görmek isteyenler de var.
Halkına şaşı bakanların dört gözle beklediği 27 Nisan muhtırası sağda ve solda yaşanan parti evliliklerinin de çöpçatanı oldu. İt izinin at izine karıştığı, fakat doğrularla eğrilerin ayrıştığı Türkiye’nin bu tarihî dönemecinde MHP’nin İstemihan Talay, CHP’nin Yaşar Okuyan’la seçime girmesi gibi dudak uçuklatan gelişmelere şahit oluyoruz.
Eski solcular bardak, eski sağcılar kaynak oldu. Bütün bu kaynaşmada AKP’nin katkısını unutmamak gerekir. İster ying-yang deyin, ister diyalektik; AKP kendini 367’den mahrum bırakan ANAP grubunu kendi içinde Meclis’e taşıdı, kendi hükümetine bakan yaptığı, liderliği kendinden menkul ve siyaset adab ü erkânından bihaber Mumcu’yu ışığıyla besledi.
Potansiyel tehdit kuruntuları rejim muhafızlığını kimseye bırakmak istemeyen sivil ve askerî bürokrasiyi ehemmi mühimden ayırt edemez hale getirmiş durumda. Paranoyaya dönüşen bu kuruntuların neredeyse milleti böldürecek boyuta gelmesinden endişelenen kesimler toplanmaya kalksa, Tandoğan ve Çağlayan meydanları yeterli gelmez. Emin olmalıyız ki bu millet kendini böldürmeyecektir.
Paylaş
Tavsiye Et