LATİN Amerika’da son yıllarda güçlü bir şekilde esmeye başlayan sol rüzgarlar, Aralık ve Ocak’ta Bolivya ile Şili’de düzenlenen devlet başkanlığı seçimleriyle biraz daha hızlandı. Her iki ülkedeki yarışta da, söylemleri arasında önemli farklar bulunmasına rağmen kendilerini sosyalist olarak tanımlayan adaylar ipi göğüslediler. Bolivya’da sosyalist parti Movimiento al Socialismo (MAS) lideri Evo Morales, kapitalizm ve küreselleşme karşıtı sert bir söylemle fakir çoğunluğun desteğini almayı başardı. Şili’de ise sosyal demokrat koalisyon Concertacion por la Democracia adayı Michelle Bachelet, kırmızı tonu az da olsa koyulaşmış pembe bir söylemle iktidara taşındı.
18 Aralık’ta yapılan seçimlerin ilk turunda, Evo Morales’in oyların %54’ünü alarak ezici bir zafer kazanmasıyla birlikte, Güney Amerika kıtasının tam kalbinde yer alan Bolivya, dünyanın ilgi odağı haline gelmeye başladı. Çünkü Morales, neo-liberal ekonomi politikaları ile kokainin hammaddesini teşkil eden koka bitkisinin imha çalışmalarına karşı ülkede oluşan güçlü muhalefetin öncüleri arasındaydı. Üstüne üstlük Morales bir Aymara yerlisi ve Bolivya koka üreticileri federasyonunun başkanlığını da yürüten eski bir koka yetiştiricisiydi.
Morales, seçilmesinin ardından dünya turuna çıkarak zaferinden şaşkınlığa kapılan uluslararası kamuoyunu, izleyeceği politikaları anlatarak sakinleştirmeye çalıştı. Turunu Küba ve Venezüella ile başlatıp ABD’ye karşı bölgesel dayanışma mesajı gönderen Morales, Bolivya’da enerji alanında yatırımlar yapan İspanya ve Fransa’yı, Latin Amerika’da yatırım atağına geçen Çin’i ve Bolivya’nın dev komşusu ve başlıca ticaret partneri Brezilya’yı da ziyaret ederek ülkesinin yabancı yatırımcılarla işbirliğini sürdüreceğini ilan etti. Seçim sırasında devletin ekonomide merkezî bir rol üstlenmesi gerektiğini söyleyen Morales, böylelikle kıtanın ikinci büyük doğal gaz rezervine, petrole ve çeşitli madenlere sahip olan Bolivya’daki çok uluslu şirketlerin işletmelerinin kamulaştırılmayacağı, vergi oranının yükseltilmesi suretiyle devletin kontrolünün arttırılacağı yönünde yatırımcılara güvence veriyordu. Zira Morales’i iktidara taşıyan kesimlerin en önemli taleplerinden biri olan kamulaştırmanın rijit bir şekilde uygulanması durumunda, kıtanın en fakir ülkesi olan Bolivya’nın dünyadan izole olması riski bulunmakta.
9 milyonluk nüfusunun %60’ını Aymara ve Kueçua yerlilerinin oluşturduğu Bolivya, şimdiye kadar kıtayı 500 yıl önce fetheden İspanyolların soyundan gelen beyaz elit tarafından yönetilmişti. İspanyol fethiyle yıkılan İnka medeniyetinin mirasçısı yerli halk için 46 yaşındaki bir Kızılderili olan Morales’in seçilmesi bu açıdan tarihi bir öneme sahip. Morales de 22 Ocak’taki resmî yemin töreninden önce, antik Tiwanaku şehrinin kalıntılarında Aymara geleneklerine göre bir liderlik töreni düzenleyerek, Kızılderili kökenine yaptığı vurguyu tüm kıtadaki yerli halkları kapsayacak bir sembolizmle doruk noktasına ulaştırdı.
Kravat takmayı reddeden, dünya liderleriyle görüşürken bile çizgili kazak ve deri ceket giyerek protokol kurallarını hiçe sayan duruşuyla farklı bir lider portresi çizen Morales’i çok zor bir görev beklemekte. Yerliler, sol görüşlü aydınlar ve aktivistlerden oluşan bir hükümet kuran Morales’in başarısını, koka üretiminin yasallaşmasını isteyen çiftçiler, ülkenin kaynaklarından pay alamayan yerliler, öğrenciler ve madenciler ile yabancı yatırımcılar ve kendisiyle ters düşmesi durumunda 1998’den beri Bolivya’ya yapmakta olduğu ekonomik yardımı kesebileceğinin sinyallerini veren ABD arasında kuracağı denge belirleyecek.
Şili’de ise 54 yaşındaki doktor Michelle Bachelet’nin 15 Ocak’taki ikinci tur seçimlerde, muhafazakâr işadamı rakibi karşısında oyların yüzde % 53’ünü alarak devlet başkanı seçilmesi, bir dönüm noktası teşkil etmekte. Katolik inancının toplumsal etkilerinin en yoğun hissedildiği Latin Amerika ülkeleri arasında yer alan Şili için agnostik olduğunu açıklayan üç çocuk annesi boşanmış bir kadının devlet başkanı olması devrim niteliğinde bir gelişme. 1973’te bir darbe ile sosyalist devlet başkanı Salvador Allende’yi deviren General Pinochet’yi desteklemeyen ve bunun bedelini hayatıyla ödeyen hava kuvvetleri komutanının kızı olan Bachelet’nin kendisi de annesiyle birlikte tutuklanıp işkence görmüş, bir dönem sürgünde yaşamıştı. 1990’da dikta sona erince ülkesine dönen Bachelet, Şili’de yaşanmakta olan dönüşümün sembolüdür.
60’lı ve 70’li yıllar boyunca sol yönetimlere karşı yapılan darbelere maruz kalan Latin Amerika ülkelerinde, 80’li ve 90’lı yıllarda askerî rejimlerin son bulup demokrasiye geçilmesinin ardından merkez sağ hükümetler iktidara gelmişlerdi. Ancak bu hükümetlerin koşulsuz benimsedikleri neo-liberal ekonomi politikaları 2000’lere gelindiğinde iflas ederken, Brezilya ve Arjantin gibi Güney Amerika’nın iki büyük ülkesinde patlak veren ekonomik krizler tüm kıtayı sarsıyordu. Bunun karşısında bölge halklarında ABD destekli neo-liberal politikalara karşı büyük bir öfke uyandı ve bu öfke dünyanın başka köşelerinde seçim kazanmayı hayal bile edemeyen sol partileri iktidara taşıdı. Venezüella ile başlayan bu trend Arjantin, Brezilya, Ekvador, Uruguay ve en son Bolivya ile devam ediyor.
Ancak 1990’dan beri merkez sol ve Hıristiyan Demokrat koalisyonu Concertacion por la Democracia tarafından yönetilen Şili’de farklı bir süreç yaşandı. Bu sol yönetim, neo-liberal politikalar izlemesine rağmen sınıflar arasındaki uçurumu fazla açmamayı ve sosyal harcamalardaki kısıntıları belli düzeyde tutabilmeyi başardığı için, komşu ülkelerde yaşanan krizlerin etkisi fazla hissedilmedi. Bu da Şili’yi bölgenin en istikrarlı ekonomisi haline getirirken, Hümanist ve Komünist partilerin temsil ettiği radikal sol söylemin kitlesel destek kazanmasını engelledi. Önceki Concertacion por la Democracia hükümetlerinde bakanlık yapan Bachelet de şimdiye kadar uygulanan politikaları sürdüreceğini belirtirken, %47 oranında oy alan rakibini hezimete uğratmasında kilit rol oynayan Hümanist-Komünist koalisyonun desteğini almak için daha radikal sosyal refah politikaları uygulamayı vaat etti.
11 Mart’ta yemin ederek görevi devralacak olan Bachelet, ülkesinin Latin Amerika’daki sol söylemin ileri ucunun temsilcisi Venezüella ve Pasifik Okyanusu’na çıkışını engellediği sınır komşusu Bolivya da dâhil olmak üzere tüm bölge ülkeleriyle güçlü ilişkiler kuracağını açıklayarak Washington ile arasına belli bir mesafe koymayı ihmal etmedi. Bunda şüphesiz, Şili’nin başta Bolivya olmak üzere bölgedeki enerji kaynaklarına duyduğu ihtiyaç büyük rol oynuyor. Bu durumda Şili’nin Güney Amerika’da oluşmakta olan sol tandanslı güç merkezi ile entegrasyona daha da yakınlaşacağı söylenebilir.
Önümüzdeki aylarda Peru ve Meksika’da yapılacak seçimleri de yine sol adayların kazanması bekleniyor. Uygulanan politikaların ılımlılık derecesi ne olursa olsun Latin Amerika’da solun yükselişinin, ABD’nin arka bahçesi olarak gördüğü bu bölgede kurduğu kendisine eğilimli güç ekseninin dengesini bozacağı aşikâr.
Paylaş
Tavsiye Et