Alman Basını
Çeviri: Haşim Koç
Türkiye’de son bir aydır hükümet ile bağımsız medyanın bir kısmı arasında kıran kırana bir mücadele var. Rakipler Türkiye’nin en güçlü iki adamı: Başbakan Tayyip Erdoğan ve medya patronu Aydın Doğan. Mezkur medya grubunun Başbakan’ın isminin, milyonlarca avro değerindeki bağış paralarını başka kanallara aktarmak suçlamalarına hedef olan Deniz Feneri e.V. davasıyla birlikte zikretmesiyle kavganın fitili ateşlenmiş oldu. Bu iddianın arkasında hükümetin Hilton arazisine rezidans yapma isteği konusunda kendisine zorluk çıkarmasından ötürü Doğan’ın Başbakan’dan intikam alma isteği de yatıyordu. Ve bu kavgada Almanya da ciddi bir rol oynadı: Alman hâkimler ve savcılar, Türkiye’deki iktidar kavgasına bolca malzeme sundular.
Bütün bu gelişmeler aslında Türkiye için güzel bir şekilde başlayan bu sonbaharda beklenmiyordu. Türkler ve Ermeniler barışçıl bir şekilde futbol maçını oynamış ve en sonunda yeniden normal komşular olmak istemişlerdi. İktidardaki AKP, Temmuz ayında kapatma davasından beraat etmiş ve AB’ye uyum çerçevesinde büyük bir reform programı başlatmıştı. Bu sevindirici gelişmelerden şu anda kimse bahsetmiyor. Bunların yerine gündemde olan konular ise pek iç açıcı değil: Rüşvet, dolandırıcılık, şantaj ve gücün kötüye kullanılması. Böyle devam ederse, Erdoğan’ın siyasi kaderi yeniden tartışma konusu olabilir.
Deniz Feneri e.V. davasıyla gündemi adeta kilitlenen Türkiye’de, 17 Eylül’de tüm gözler Frankfurt Eyalet Mahkemesi’nin vereceği karara çevrildi. Karar sonucunda suçlara iştirak etmiş birçok Türk ceza aldı. Söz konusu failler, Deniz Feneri Yardım Derneği vesilesiyle 2002’den 2007’ye kadar geçen sürede onlarca milyon avroluk bağış toplamışlardı. Almanya’daki camilerde, Türk gazetelerinde ve Kanal 7’de, İslam dünyasındaki muhtaçlara yardım çağrıları yapmışlardı. Ancak toplanan para, ilişkili firmalara, emlak ve feribot gibi kazanç sağlayıcı yerlere akmış ve yardıma muhtaç kişilere ulaşmamıştı. Peki ama tüm bunların Erdoğan’la ne ilişkisi vardı?
Sorun şu ki, Erdoğan’ın siyasetteki bazı arkadaşlarının bu paranın Türkiye’deki kullanımını sağlayanlar arasında yer aldıkları yönünde iddialar var. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı ile Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı buna dâhiller. Türkiye’deki gazetelerde Alman mahkeme dosyalarının tercümeleri dolaşıyor. Hürriyet gazetesine göre RTÜK Başkanlık makamı, dağıtım merkezi olarak olaya müdahil oluyor. Almanya’nın Ankara Büyükelçisi’nin bir raporundan alıntı yapan gazete, Büyükelçi ile Erdoğan arasında 2007 Kasım’ında gerçekleşen ve Türkiye’de tutuklanan Alman genci Marco W.’nin durumunu konu eden sohbete yer veriyordu. Habere göre Büyükelçi, Erdoğan’ın konuyu Almanya’daki Deniz Feneri e.V. davasına getirdiğini anlatıyordu. Ancak Alman yetkililer böyle bir etkileme çabasıyla karşılaşılmadığını ve Başbakan’ın davaya müdahalesinin söz konusu olmadığını ileri sürmüşlerdi.
Buna rağmen Oligark Aydın Doğan’ın tokmakçı gazetecileri günlerdir Tayyip Erdoğan ile uğraşıyorlar. Hükümetin masum insanların bağışlarını yediğine dair bir resim çiziyorlar. Doğan hakkında bilmemiz gereken iki şey var: Öncelikle muhafazakâr AKP’nin yükselişinden pek de hoşlanmayan subay, memur ve iş adamlarının sınıfından geliyor. Üstelik sadece gazete ve televizyon kanalı sahibi olmakla kalmıyor; otel, emlak, araba parçası, sigorta, yeraltı kaynakları gibi işlerle de uğraşıyor. Doğan tüm bu işleri yaparken uzun zaman Erdoğan ile tam bir mutabakat içinde çalıştı. Ama son zamanlarda işler değişti.
Başbakan için tüm bu sorunlar suyun altında kalabilirdi; çünkü lideri olduğu parti şu sıralarda %50 oranında oya sahip. Bunun yerine Erdoğan, başlıca zaafı olan kontrolsüz bir üslup ve saldırganlığa geri döndü. İddiaları bekleyeceğine zanlı arkadaşlarını savunmaya kalkıştı. Doğan grubuna karşı cesaretle, “Bedelini ödeyeceksiniz!” tehdidini savurdu. Saldırıların sürmesi halinde Erdoğan, karşıdan taviz koparmasını sağlayacak malzemenin bulunduğu derin kutusunu açmayı tasarlamıştı. Aslında bu kutunun içinde gerçekten de bir şeylerin mevcut olması halinde, kendisini bunları bilmekten (ve buna rağmen bir şey yapmamaktan) ötürü suçlu durumuna düşürmüş olacaktı.
Şimdi iki taraf da Frankfurt’un kararının içini boşaltacak. AB reform paketi, hükümetin günlük uğraşıların içinde ta arkalarda yerini aldı. Ama bu sefer reforma engel olanlar biliniyor: Aydın Doğan ve Tayyip Erdoğan.
Tavsiye Et
Amerikan Basını
Çeviri: Burcu Anatay
En dengeli yorumcuların bile, 1929’daki Büyük Buhran’ın benzeri bir krize doğru gittiğimizden endişe ettiği böylesi zamanlarda, derin bir nefes almak, bodrum katına inmek ve John Maynard Keynes’in 1936 tarihli “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” başlıklı eserinin elimizdeki kopyası üzerindeki tozları silkelemek gerekir.
Çoğumuz Keynes’i üniversitedeki iktisat derslerimizden, ekonomik çöküş dönemlerinde “ticareti hızlandırmak için” açığa dayalı harcamalar yapılmasını savunan kişi olarak hatırlarız. Ancak bu öneri, onun tezinin sadece bir parçasını teşkil eder. “Genel Teori”yi yeniden ele aldığınızda, bu kitabın asıl konusunun ekonomik korkular ve bu korkuları üreten piyasa psikolojisi ile bu psikolojinin hükümetlerde yarattığı “piyasalara müdahale etme ihtiyacı” olduğunu görürsünüz. Keynes’in kitabının bazı bölümleri, Bear Stearns, Lehman Brothers ve AIG’nin ardı ardına borçlarını ödeyemez hale gelmelerini açıklamak için kullanılabilir.
Keynes, mali piyasalardaki sorunun, kendisinin “likidite tercihi” olarak adlandırdığı, yatırımcıların dönemsel olarak paralarını en güvenli yatırım araçlarında değerlendirmeyi tercih etmelerine yol açan sıra dışı durumdan kaynaklandığını iddia eder. Bu tez, son birkaç ayda Amerikan mali piyasalarının kalbinin attığı New York’un ünlü caddesi Wall Street’te neler olup bittiğini çok iyi anlatmaktadır. Nitekim biz de faiz oranlarındaki dağılımın risklerinin hiç hesaba katılmadığı bir aşırı coşku havasından, mali kurumların kimseye borç vermek istemeyecekleri ölçüde riskten kaçındıkları bir panik haline geçtik.
Keynes’in devrim yapan iddiası, mali piyasaların, klasik iktisatçıların öne sürdüğü gibi içkin olarak kendi kendini düzelten bir nitelik taşımadığıdır. Kendi başına bırakılması halinde Wall Street, likidite tuzağı içinde kalabilir. Bu nedenle güveni yeniden sağlayacak ve yatırımı teşvik edecek önlemleri alma görevi hükümete düşer.
Bu da bizi Hazine Bakanı Henry Paulson ile mevcut mali krize getiriyor. Paulsen, yatırım bankası Bear Stearns’ü kurtarmak için piyasaya müdahalede bulunduğu Mart ayından beri, yatırımcıların aşırı likidite tercihleri nedeniyle kilitlenen piyasalara nakit pompalamaya çalıştı. Ancak alınan her bir kurtarma önlemi, bir sonraki felakete zemin hazırlamaktan başka işe yaramadı. Öyle ki Paulsen, Bear Stearns’den Fannie’ye, Freddie’den AIG’ye ve şimdi de devletin ipoteğe dayalı menkul kıymetleri satın alması için 700 milyar dolar ya da daha üstünde bir miktarı taahhüt etmesi planına savruluyor.
Peki ama Keynes olsaydı bu durumda Paulsen ile Amerika Merkez Bankası (FED) Başkanı Ben Bernanke’ye ne yapmalarını tavsiye ederdi? Bana göre Keynes’in ilk hareketi, kendi başlarına bırakılan piyasaların bu tür bir krizi çözemeyeceğini tekrarlamak olacaktır. Piyasalar hükümet yardımına ihtiyaç duyarlar. Bu yardım, bankaların ödemesinden ümit kesilmiş mortgage kredilerini üstlenmesini, kredi takaslarını önlemek için piyasalara takoz koymayı ve diğer adımları içermektedir. Fakat bu önlemler yaygın bir siyasi destek olmaksızın parça parça uygulanırlarsa, sadece kamuoyunun tedirginliğine katkıda bulunmakla kalacaklardır. Doğrusu, şu an hissedilen de gerçek bir endişedir: Wall Street paniği bir Ana Cadde paniğine dönüşebilir.
Keynes’in biyografisini yazan Robert Skidelsky, Keynes’in, kariyerinin bütün safhalarında, ekonomi politikalarının toplumsal ve siyasi sonuçları üzerinde ciddi şekilde düşünmeye çalıştığını ortaya koyar. Dolayısıyla gerçek bir Keynesyen kurtarma planı, aptal yatırımcıları kefaret ödeyerek kurtarmaktan daha fazlasını yapmak zorundadır. Parçalar daha büyük bir taslağa nasıl uyacak? Eğer vergi mükellefleri ülkenin en büyük sigorta şirketinde hisse sahibi olurlarsa, bu şirket de yeni bir evrensel özel sağlık sigortasının temel taşı haline gelebilir. Eğer vergi mükellefleri 700 milyar dolarlık emlak varlığına sahip olurlarsa, elde edecekleri nihai kazançlar, altyapı ya da enerji teknolojisindeki yeni yatırımlara kaynak sağlayabilir.
Keynes her ne kadar kılı kırk yaran bir Cambridge profesörü İngilizcesi ile konuşuyor olsa da biz yine de onun söylediklerine kulak verelim: “Bir ülkenin sermaye artışı, bir kumarhanenin faaliyetlerinin yan ürünü haline geldiğinde, işin kendisi de muhtemelen kötü sonuçlanabilir.” Keynes, başlıca yatırımcının kendisi olduğu bu türden bir kumarhaneyi devletleştirmek istemeyecek olsa da bize kamunun isteklerine en iyi şekilde yine kamu kurumları vasıtasıyla hizmet edildiğini hatırlatmaktadır.
Tavsiye Et