ABD Başkanı Kasım 2003’te “Ortadoğu’da özgürlüğün olmamasının mazur görülmesi bizi daha güvenli kılmadı; çünkü uzun vadede istikrar özgürlükler pahasına satın alınamaz” sözleriyle 60 yıldır izledikleri politikayı eleştirmiş; daha önce ihmal ettikleri ülkelere özgürlüğü getirme zamanının geldiğini, demokrasiyi güçlendirerek Soğuk Savaş’ta yapılan hataları telafi edeceklerini ilan etmişti. Ancak gelinen noktada, ne “teröre destek veren rejimleri” devirerek model ülkeler yaratma politikasıyla ne de estirilen demokrasi rüzgarlarıyla idealindeki Ortadoğu’ya ulaşabilen Bush yönetimi, klasik Amerikan politikasına geri dönüyor.
Bunun en somut göstergesi Temmuz ayında açıkladığı askerî destek paketi ile bölgeyi silahlandırma girişimi. Washington önümüzdeki 10 yıl içinde İsrail’e 30 milyar dolarlık silah hibe edecek; Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine 20, Mısır’a da 13 milyar dolar tutarında silah satacak. Henüz Kongre’den geçmeyen bu paketi öncekilerden ayıran, İsrail’e yardımın %25 artması ve daha önce bu ülkeye yönelik bir tehdit oluşturacağı gerekçesiyle Arap ülkelerine vermediği ileri teknoloji ürünü füzeler ve hassas bombaları ilk kez Suudi Arabistan’a satacak olması. Bu paketle hedeflenen, ABD’nin İran’a ve müttefiklerine karşı oluşturmaya çalıştığı ‘ılımlı’ Sünni cepheyi silahlandırarak, yükselen Şii ve “radikal İslam” tehdidini dengelemek ve tabii bir de iyice bozulan ülke ekonomisini silah satışlarıyla biraz olsun düzeltmek.
Amerikan yönetiminin bölgeyi silahlandıracağını ilan etmesinin hemen ardından 30 Temmuz-2 Ağustos tarihleri arasında ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Savunma Bakanı Robert Gates, Mısır, Suudi Arabistan, İsrail ve Filistin’i kapsayan Ortadoğu turuna çıktı. Rice ve Gates’in ana gündem maddeleri İran, Irak ve Filistin-İsrail barışıydı. İki önemli bakanın birlikte yaptıkları Ortadoğu turunun hedefi, ABD’nin bölgeye yönelik politikaları için destek aramaktı. Gezi bu yönde Arap ülkelerinin, İran’ı çevreleme stratejisinin yanı sıra sallantıdaki Irak hükümetini desteklemelerini ve Sünnileri yeniden masaya dönmeleri için teşvik etmelerini sağlamayı, bağımsız politikalar izlemelerinin önüne geçmeyi (mesela Kral Abdullah’ın Hamas ve el-Fetih’i bir araya getirerek ulusal birlik hükümeti için Mekke Anlaşması’na imza koydurması, Ahmedinejad’ın Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkelerine yaptığı ziyaretlerle aradaki buzları eritme girişimleri vs.); Ortadoğu barışını canlandıracak bir bölgesel konferans için gerek Arap dünyasında gerekse Filistin ve İsrail’de zemin yoklamayı ve halkın oylarıyla seçilen Hamas’ı tamamen dışlayarak Abbas ve Fayyad yönetimini güçlendirmeyi amaçlıyordu.
Gezi sırasında, el-Fetih’e bağlı güvenlik güçlerini desteklemek üzere Filistin yönetimine 80 milyon dolar verilmesi konusunda bir anlaşma imzalandı. Yine, Arap Birliği’nin tarihinde ilk kez İsrail’e bir heyet göndererek 2002’de hazırlanan (1967 sınırlarına çekilmesi, mülteciler meselesine adil bir çözüm bulunması ve Filistin devletinin kurulması karşılığında İsrail’i tanımayı öngören) Arap Barış Planı’nı sunmasının hemen ardından gerçekleşen bu gezide, Kasım ayında bir ‘barış’ konferansı düzenlenmesine karar verildi. Ancak bu konferanstan dişe dokunur herhangi bir sonuç çıkması mümkün değil. Zira Filistinlilerin çoğunluğunun temsilcisi durumundaki Hamas’ın yanı sıra Suriye gibi herhangi bir barış arayışı için kilit olan bölge ülkelerinin dışlanması, Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinin masaya oturması ihtimali olsa bile, ümitleri boşa çıkarıyor. Üstelik İsrail Başbakanı Olmert’in, yedi sene evvel müzakereleri tıkayan hayati konuları görüşmek yerine yeni bir “ilkeler bildirgesi” teklifi, konferansın, Arapların istediği üzere kapsamlı çözüm için atılan bir adımdan ziyade göz boyamadan ibaret olacağının işareti. Lübnan başta olmak üzere bölgede patlak vermesi muhtemel yeni şiddet dalgası da bu girişimi gölgeleyecek gibi görünüyor.
Aslında herkes bu çabanın nafile olacağının farkında; ancak giderek güç kaybeden tarafların suni barış havasına ihtiyacı var: Abbas ve ekibi, Hamas karşısında elinin güçlendirilmesi ve rakibinin tamamen saf dışı kalması; Lübnan ile savaşta izlenen politikayı soruşturan Winograd Komisyonu’nun nihai raporunda kendisini hedef alacağına kesin gözüyle bakılan Olmert koltuğunu koruyabilme (nitekim Genelkurmay Başkanı Dan Halutz istifa etmek zorunda kalmış, Savunma Bakanı Amir Peretz ise görevden alınmıştı) ve bölgede meşruiyetini artırma; Bush yönetimi ise Ortadoğu’da süregelen başarısızlıklarını telafi etme ve İran’a karşı atacağı adımlarda elini rahatlatma derdinde.
Amerikan yönetiminin son dönemde kendisini hedef alan girişimleri karşısında İran da boş durmuyor. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad başta Orta Asya olmak üzere bölge ülkelerine yaptığı ziyaretlerle ikili ilişkileri geliştirerek ABD kuşatmasını kırmaya çalışıyor. Gözlemci olarak katıldığı ve başını Rusya ile Çin’in çektiği Şanghay İşbirliği Örgütü’nün 16 Ağustos’taki toplantısında Amerikan yayılmasına karşı alınan ekonomik ve askerî ilişkileri geliştirme kararı bu açıdan önemliydi. ABD’nin bölge ülkelerine silah satma kararının ardından Rusya’nın da İran’a son teknoloji ürünü savaş uçakları satacağı gelen haberler arasında.
ABD yıllar evvel Saddam eliyle İran tehdidini bertaraf etmeye çalışmıştı. Bu kez farklı piyonları kullanarak, Irak ve Afganistan işgalleriyle bizzat güçlendirdiği İran’ı çevrelemeye çalışıyor. Bir yandan suni barış rüzgarları estiren, diğer yandan kutuplaşma ve silahlanma yarışını tetikleyen Bush yönetiminin yeni Ortadoğu politikası da hayır getirmeyecek. Gazze, Irak ve Lübnan’da derinleşen krizlerin farklı coğrafyalara sıçraması işten bile değil.
Lübnan’da Cumhurbaşkanlığı Krizi
Yeri gelmişken Büyük Ortadoğu Projesi’nin önemli ayaklarından biri olan Lübnan’a da kısaca değinmekte yarar var. Zira Lübnan’da 5 Eylül’de cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Halihazırda gerginliğin had safhada olduğu Lübnan’da bu seçimler, sadece içerideki güç dengesini değil, ülkenin Suriye nüfuzundan tamamen çıkıp Batı eksenine kayıp kaymayacağını da belirleyecek. Ülkede Hizbullah’ın başını çektiği Suriye yanlısı muhalefet ile Batı tarafından desteklenen mevcut hükümet taraftarları arasındaki güç dengesi neredeyse birbirine denk durumda. 2005’te Hariri suikastını müteakip yapılan seçimlerde Suriye karşıtları cumhurbaşkanını seçecek mecliste çoğunluğu elde etseler de, geçen sene İsrail ile yapılan savaşın ardından Hizbullah ve Suriye taraftarları toplumsal desteklerini büyük oranda artırdılar. Dolayısıyla mevcut hükümetin -ki Şii bakanların çekilmesi nedeniyle meşruiyeti aylardır tartışma konusu- ve meclisin toplumsal gerçekleri temsil etmediği sıkça dile getiriliyor. Üstelik taraflar cumhurbaşkanının yüzde kaç oyla seçilmesi gerektiği üzerinde dahi henüz uzlaşabilmiş değiller. Bu şartlar altında mevcut krizin çözümü oldukça zor görünüyor. Umarız Lübnan, daha önce olduğu gibi, yine bir cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde iç savaşa sürüklenmez.
Paylaş
Tavsiye Et