PETROL ile kanın yıllardır birbirine karıştığı Ortadoğu bir türlü huzur bulacak gibi görünmüyor. Tehdit algılaması bir hayli yüksek olan ABD, güvenliğinin tehlikede olduğunu söyleyerek Amerikan halkını yeni bir savaşa ikna etmeye çalışıyor. George Bush döneminde hep yükseklerde seyreden ABD’nin tehdit algılamasının son hedefi ise İran. Ve aynen Irak’ın işgalden önce nükleer silahlara sahip olduğunun iddia edilmesi gibi, İran da nükleer silahlar yapmaya çalışmakla suçlanıyor. İranlı yetkililer ülkelerinin nükleer silah değil sadece enerji üretmek amacında olduğunu söyleseler de, ABD ile bölgedeki en yakın müttefiki İsrail için, teröre destek veren güvenilmez(!) bir ülke olarak nitelendirdikleri İran’ın nükleer teknolojiye sahip olmasının kabul edilir tarafı bulunmuyor.
İngiliz yazar George Orwell’ın Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği’ni eleştirmek için yazdığı Hayvan Çiftliği isimli romanındaki meşhur sözden esinlenerek söyleyecek olursak, “Bütün ülkeler eşittir ama bazıları daha eşittir.” Ve böylesine eşitsiz bir dünyada sadece 2. Dünya Savaşı’nı kazanan ve BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi olan ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya meşru olarak nükleer silahlara sahip olabilirler. İsrail, Pakistan ve Hindistan’ın gayrimeşru olarak nükleer silahlara sahip olması ve 2. Dünya Savaşı’nın yenik devletleri olan Almanya ve Japonya’nın barışçıl amaçlı nükleer faaliyetler yürütmesi de ABD açısından bir sorun oluşturmuyor.
İran nükleer çalışmalarına 1973’te Şah döneminde ABD’nin desteğiyle başlamıştı. Fakat 1979 İslam Devrimi, İran ile ABD ilişkilerinde bir kırılma noktası teşkil ediyor ve İran, ABD’nin müttefik listesinden çıkıp düşman listesine giriyordu. Devrimden sonra durdurulan İran’ın nükleer çalışmaları, ABD’nin Saddam Hüseyin’i kışkırtması üzerine 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı’nın 1988’de sona ermesinin ardından, bu defa Çin ve Rusya’nın desteğiyle yeniden hayata geçiriliyordu.
İran’ın nükleer teknolojisi, ABD ve İsrail’in yıllardır gündeminde olsa da, 2005’te Mahmud Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle beraber ABD’nin hedef listesinin başına oturdu. İran’ın 2006’da uranyum zenginleştirme çalışmalarına başladığını ilan etmesiyle de ABD için görünürde bir savaş nedeni haline dönüştü. BM Genel Kurul toplantıları için New York’a giden Ahmedinejad’ın, 24 Eylül’de Kolombiya Üniversitesi’nde, 25 Eylül’de ise BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmalarda ülkesinin nükleer silahlara ihtiyacı olmadığını, sorunların atom bombasıyla çözülme devrinin geçtiğini söylemesi bu noktada Bush hükümeti için bir anlam ifade etmiyor. Uranyum zenginleştirecek seviyeye ulaşan bir İran’ın, her zaman için nükleer silah üretme olasılığı bulunabilir. Ve bu olasılık, Filistin’de adil bir çözüme yanaşmayan ve sadece Ortadoğu’nun değil dünyanın en büyük askerî güçlerinden biri olan İsrail’in psikolojik üstünlüğünü sarsacaktır.
İran’ın nükleer bir güce dönüşmesini ne pahasına olursa olsun engellemek isteyen İsrail, gerekirse 1981’de Irak’ta yaptığı gibi, İran’ın nükleer tesislerini bombalayacağını söyleyerek Bush yönetimine baskı yapıyor. ABD ve İngiliz basınına göre de ABD, İran’a yönelik bir saldırıya hazırlanıyor. Askerî analist Eric Margolis, İngiliz The Sunday Times gazetesinde 22 Eylül’de yayımlanan yazısında, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin “Şah-Mat” adında çok önemli ve stratejik bir planlama grubuyla yaptığı görüşmeyi anlatıyor. 1970’lerde Sovyet tehdidine karşı kurulan ve 20-30 en üst düzey hava subayı, savunma ve siber savaş uzmanından oluşan bu grup, olası İran saldırısının ayrıntılarını iki yıldan uzun süredir planlarken, hava kuvvetleri İran’da 3-4 bin hedef seçmiş, özel güçler de zaten İran’da.
Ancak bütün bu yorumlar ve İran’ın nükleer silahlarının, tıpkı Irak’ın bir türlü bulunamayan silahlarında olduğu gibi, ABD için bir tehdit oluşturmasının imkansızlığı bir yana, ABD’nin İran politikalarında İsrail’in kaygıları tek belirleyici değil. Ve nükleer İran tehlikesinin ABD tarafından bu kadar öne çıkarılması, asıl meseleyi gözlerden kaçırıyor: “ABD’nin İran’ın elindeki enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak isteği.” Nitekim 1987-2006 arasında Amerikan Merkez Bankası’nın başkanlığı görevini yürüten Alan Greenspan’in Eylül sonunda yayımlanan Türbülans Çağında: Yeni Bir Dünyada Maceralar isimli hatıratında, siyasi bakımdan kabul edilemez bir gerçek olsa da “Irak Savaşı’nın büyük ölçüde petrolle ilgili olduğunu” ifade etmesi bu amacın açık delili.
Saddam Hüseyin’in ABD’nin petrol satış şartlarını kabul etmemesi üzerine Irak’ın işgal edilip rejimin yıkılmasından sonra yapılan ilk iş, ülkenin petrol kaynaklarının kontrol altına alınıp başta Amerikan ve İngiliz olmak üzere Batılı petrol şirketlerinin işletmesine verilmesi olmuştu. ABD’nin 1953’te İngilizlerin kontrolündeki petrol işletmelerini millileştirmek isteyen İran’daki Musaddık rejimini devirmesinin nedeni enerji kaynaklarına sorunsuz ulaşma isteğiydi. İran dünyanın en büyük beşinci petrol rezervlerine sahip ve en büyük ikinci doğalgaz tedarikçisi. Ve ABD’li yöneticiler için öncelikli hedef de, Irak’ta olduğu gibi İran’da da enerji kaynaklarına sorunsuz ulaşmak, Çin gibi potansiyel rakiplerinin ve Japonya ile Avrupalı müttefiklerinin alacağı petrol ve doğalgazın vanasının başını tutmak. İran’ın OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı)’te Venezüella gibi ülkelerle birlikte bir direniş oluşturmaya çalışması ve nihai noktada petrol satışında dolar yerine avro kullanmayı hedeflemesi, en ölümcül günahını oluşturuyor. ABD’nin 11 Eylül’den sonra İran ve Irak ile birlikte şer ekseni ilan ettiği ve ambargoya maruz bıraktığı Kuzey Kore de geçtiğimiz Temmuz’da akaryakıt yardımı karşılığında bütün nükleer faaliyetlerini durdurma kararı alınca, geriye kalan son ülke için de çanlar çalmaya başlıyor.
Üstelik İran’ın ABD’ye verdiği rahatsızlık ekonomiyle de sınırlı kalmıyor. İşgalden sonra Irak’ın çoğunluğunu oluşturan Şiiler üzerinde kurduğu etki alanını Lübnan’dan Yemen’e uzanan Şii kuşak üzerindeki nüfuzu ile birleştiren İran’ın bölgedeki etkinliği artıyor. Lübnan’daki Şii grupların yanı sıra Filistin’deki Sünni Hamas’a da askerî ve mali destek veren İran’ın bölgede artan bu gücü, Şii nüfus barındıran Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Pakistan’ı oldukça tedirgin ediyor. ABD, İran’ı Afganistan’da ve özellikle de Irak’taki Şii direnişçilere destek vererek bu ülkelerdeki kaosu derinleştirmekle de suçluyor ki İran, bu iddiaları sürekli reddediyor.
Bush yönetimi İran’a karşı izleyeceği politikalar konusunda henüz net bir karara ulaşmış değil. Yönetimde güç dengesi, Tahran’la dikkatli ilişkiler kurmayı tercih eden Dışişleri Bakanı Rice ve ekibinden, çatışmayı teşvik eden neo-con Başkan Yardımcısı Dick Cheney ile Savunma Bakanlığı Pentagon ekibine kayıyor. BM’nin İran’a karşı uyguladığı ambargoları daha da sıkılaştırması için bastıran ABD’ye, Nicolas Sarkozy liderliğindeki Fransa tam destek veriyor. Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’ın 16 Eylül’de bir TV programında İran’ın durdurulması için gerekirse savaşa bile gidilebileceğini söylemesi bu desteğin boyutlarını ortaya koyuyor. İran ile ticari ilişkileri bulunan Fransa’nın bu tutum değişikliğinin arkasında, ABD’nin Fransız petrol şirketlerine Irak’taki iki petrol alanında işletme izni vermesi yatıyor. İran ile yoğun ticari ilişkileri bulunan Almanya ise ABD’ye açıkça karşı çıkmasa da ambargonun daha da ağırlaştırılmasına ve askerî müdahaleye sıcak bakmıyor. Irak’ın güneyindeki askerlerini çekmeye başlayan İngiltere ise ambargolara destek vermesine rağmen, bir savaşa dâhil olmayacağının sinyallerini veriyor. Rusya ve Çin ise İran’ın daha fazla sıkıştırılmasına karşı çıkıyor.
M. Hardt ve A. Negri 2000’de yayımladıkları İmparatorluk isimli çalışmalarında, oluşum halindeki küresel düzenin bir imparatorluk olduğunu ortaya koyuyorlar. Bu düzende asli öğeleri arasında ulus-devletler kadar ulus üstü kurumlar, kapitalist şirketler ve başka güçlerin bulunduğu bir ağ iktidar, yani yeni bir egemenlik biçimi ortaya çıkmaktadır. Ve bu küresel imparatorluk ağında hiçbir ulus-devlet, en güçlüsü olan ABD bile diğer güçlerle işbirliği yapamadan düzeni sürdüremez. ABD, Hardt ve Negri’nin iddia ettiği gibi rasyonel bir karar alıp İran’a yönelik mücadelesini diplomatik araçlarla sürdürmeyip de bir askerî müdahaleye başvurursa, sadece bölgeyi ateşe atmakla kalmayacak, önünde sonunda kendisini de vuracak olan büyük bir kaosun fitilini de ateşlemiş olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et